Talan
Yoluyla Sermaye Birikim Aracı Olarak Kamu Özel Ortaklığı[1]
Verimsiz
ve Pahalı Bir Finansman Modeli
T. Sabri Öncü
Özet
İngilizcesi Public
Private Partnership (PPP) olup Türkçeye önce Kamu Özel Ortaklığı (KÖO) olarak çevrildiği halde daha sonra Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) olarak
mevzuatta yerini bulan finansman modeli, özünde bir devlet ile bir özel şirket
ya da şirketler topluluğu arasında yapılan ve mevzuatı ülkeden ülkeye değişen bir sözleşme türüdür. Bu
sözleşmelerle yapılan, üretilip sunulması devletten beklenen kısmen ya da
tamamen kamusal malların ve/veya hizmetlerin özel sektöre aktarımıdır. Başlığındaki
talan
kelimesini Akerlof ve Romer'in bir makalesinden (Akerlof ve Romer 1993) alan bu
makalede bugünkü anlamıyla 1992'de İngiltere'de ortaya çıkmış olan KÖO sözleşmeleriyle
üretilip sunulması devletten beklenen mal ve hizmetlerin özel sektöre aktarım
sürecini inceleyerek, genellikle kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve hizmetlerin üretiminde ve özünde
doğal
tekel olan sektörlerde kullanılan bu finansman modelinin
verimsizliğinin ve topluma yüklediği ağır borç yükünün nedenleri örnekleriyle tartışıyorum.
1.
Giriş
İngilizcesi Public
Private Partnership (PPP) olup Türkçeye önce Kamu Özel Ortaklığı (KÖO) olarak çevrildiği halde daha sonra Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) olarak
mevzuatta yerini bulan finansman modeli, özünde bir devlet ile bir özel şirket
ya da şirketler topluluğu ya da kısaca proje yüklenicisi arasında yapılan ve mevzuatı ülkeden ülkeye değişen bir sözleşme türüdür.[2] KÖO ve KÖİ,
PPP'nin Türkçeye olası iki çevirisi olduklarından yerine göre birini ya da
diğerini kullanmamın yanlış anlamalara neden olmayacağını umuyorum.
Konuya girmeden Türkiye'de halen sürmekte olup, 2016
yılında hizmet vermeye başlayan iki KÖO projesi örneği vereyim:[3]
·
Osmangazi Köprüsü (Dilovası Dil Burnu
ile Altınova Hersek Burnu arası);
·
Yavuz Sultan Selim Köprüsü (İstanbul
Boğazı'nın Karadeniz'e bakan kuzeyi);
Bu iki köprü de Yap-İşlet-Devret
adlı KÖO finansman modeliyle inşa edilmiş olup iki köprüde de proje yüklenicileri
köprüleri geçiş ücretleri karşılığı işletmekle yükümlüler: Osmangazi Köprüsü
yüklenicisi yaklaşık 22 yıl süreyle, Yavuz Sultan Selim Köprüsü yüklenicisi
yaklaşık 10 yıl süreyle.
Bu iki KÖO sözleşmesinde proje yüklenicilerin
köprüleri belli bir süre işletme yükümlülüklerinin yanısıra, Hazine'nin
yüklenicilere verdiği günlük araç geçişi ve geçiş ücreti garantileri de var:
Osmangazi Köprüsü'ne günde 40 bin araç geçiş garantisi, Yavuz Sultan Selim
Köprüsü'ne ise günde 135 bin araç garantisi. Ücret garantilerini ise ciddiye
alınmayacaklarını bildiğimden (ki öyle olduklarını yaşayarak gözledik) bir
kenara bırakıyorum.
Kamuya açıklanmadıklarından nasıl hesaplandıklarını
bilmediğimiz bu araç geçiş garantilerine karşın açılışlarından bu yana
Osmangazi Köprüsü'nde günlük ortalama araç geçiş sayısı yaklaşık 12 bin
civarında oldu. Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nde ise günlük ortalama araç geçiş
sayısı yaklaşık 110 bin civarında kaldı.[4] Garantilenen
ücretlerin kullanıcılar tarafından yüksek bulunmuş olmasının iki köprüde de
garantilerde belirtilenlerden düşük sayıda geçişlere neden olduğunu yaşayarak
gördük. Üstelik, Yavuz Sultan Selim Köprüsünün temel amacı karayolu
taşımacılığında kullanılan ağır vasıtalara hizmet olduğu halde ağır vasıtaların,
köprü konumu nedeniyle karayolu taşıma maliyetlerini artırdığından, yapılan tüm
trafik düzenlemeleri ve konulan trafik cezalarına rağmen köprüye garantide
beklenilen rağbeti göstermediklerini gözledik.
Bugün gelinen noktada gözlenilen ise köprülerin
Hazine'ye günlük yükünün sırasıyla yaklaşık 4,5 milyon ve yaklaşık 1 milyon
lira olduğu. O da şimdilik. Ve bu yükler böyle kalırsa (ki verilen ücret
garantileri dolara endeksli olduklarından bu yüklerin yükselme olasılıkları
düşme olasılıklarından daha yüksek), Osmangazi Köprüsü'nün hazineye yükü yılda yaklaşık 1,6 milyar lira, Yavuz Sultan
Selim Köprüsü'nün Hazine'ye yükü de yılda yaklaşık 365 milyon lira olacak.[5]
Kime sorarsanız sorun, sorduğunuz kişi dünya görüşünden
bağımsız olarak bu yüklerin çok yüksek olduğunu söyleyecektir. Yavuz Sultan
Selim Köprüsü'nün İstanbul'un kuzeyini ranta açması ve yarattığı ekolojik
tahribat da cabası.
Yukarıda sözünü ettiğim KÖİ sözleşmeleri yalnızca
iki örnek. Denizbank Genel Müdürü Hakan Ateş’in 2017 Mart ayında gazetecilere
yaptığı sunumunda gazetecilere sözünü ettiği son 13 yılın başka bazı önemli KÖİ
projeleri de şunlar:[6]
· Yapımı
bitenler: Marmaray; Avrasya Tüneli; Kıbrıs Barış Suyu
Projesi; Tuz Gölü Doğalgaz Depolama Tesisi ve bazı şehir hastaneleri.
·
Yapımı
sürenler: Akkuyu Nükleer Santrali; 3. İstanbul Havalimanı; 3
Katlı Büyük İstanbul Tüneli; İstanbul Finans Merkezi; sağlık merkezleri; 4 ayrı
hızlı tren projesi; Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi; Kuzey Marmara
Otoyolu; Ankara-Niğde, Mersin-Antalya, Ankara-İzmir, Aydın-Denizli otoyolları
ve yine bazı şehir hastaneleri.
Ayrıca, yine KÖİ modeli ile fonlanması planlanan 8
havalimanı ve bir sürü eğitim kampüsü (Büyükcan ve Yelken 2015) projeleri de
yukarıdaki listeye eklenebilir.
Türkiye Cumhuriyeti Kalkınma Bakanlığı'nın Mayıs
2015'te yayınladığı Kamu Özel İşbirliği
Mevzuatı'nda tanımlı KÖİ finansman modelleri ise şunlar:[7]
· Yap-İşlet-Devret: Enerji, ulaşım ve benzeri
altyapı yatırım ve hizmetleri;
· Yap-Kirala-Devret:
Sağlık ve eğitim yatırım ve hizmetleri;
· Yap-İşlet: Enerji, ulaşım ve
benzeri altyapı yatırım ve hizmetleri;
· Özelleştirme ve İşletme Hakkı Devri: İktisadi Devlet
Teşekkülleri, belediye hizmetleri, baraj, gölet, otoyol, yataklı tedavi
kurumları, limanlar ve benzeri diğer mal ve hizmet üretim birimleri;
· İmtiyaz (1910
yılından beri): Enerji, ulaşım, su,
gaz, belediye hizmetleri ve benzeri altyapı yatırım ve hizmetleri.
Bu saydıklarımdan da görüldüğü üzere KÖO finansman
modeliyle fonlanan ve fonlanacak olan projelerin neredeyse hepsi ya kamu ya
da kamu-malı-benzeri
mal ve hizmet projeleri. Makalenin ilerleyen bölümlerinde kamu ve kamu-malı-benzeri
mal ve hizmetleri tanımladıktan sonra bunların özel üretilmelerinin doğurduğu
bilinen sakıncaları ayrıntılarıyla tartışacağım. Bir başka önemli konu da
yukarıda adı geçen sektörlerin neredeyse hepsinin doğal tekeller olması.
İlerleyen bölümlerde doğal tekelleri tanımlayıp, talan ile doğal
tekeller arasındaki bağlantıları da özetleyeceğim.
2.
Kamu Özel Ortaklığı Nedir?
Kamu Özel Ortaklığı ya da İşbirliği, bir devlet ile
bir özel şirket ya da şirketler topluluğu (kısaca proje yüklenicisi) arasında
yapılan ve mevzuatı (dolayısıyla tanımı)
ülkeden ülkeye değişen bir sözleşmedir. Sözleşmenin özellikleri kabaca
şöyledir:
· Kısmen
ya da tamamen kamusal olan bir yatırım ve/veya hizmet üzerinedir;
· Uzun
vadelidir (birkaç yıldan birkaç on yıla);
· Proje
yüklenicisi projenin finansmanını sağlamak, yatırımı yapmak ve/veya sözleşmenin
vadesi dolana dek kurulanı işletmek ile yükümlüdür;
· Proje
yüklenicisi yaptığı karşılığında ya hizmeti sunmakla yükümlü kamu kurumundan ya
hizmetten yararlananlardan ya da hem bu kamu kurumundan hem de hizmetten
yararlananlardan sözleşmede tanımlandığı şekliyle ücret alır.
Yukarıda geçen hizmetten yararlananlardan alınan ücret bir imtiyazdır ve içinde bu
tür imtiyazlar olan imtiyaz sözleşmeleri
birkaç bin yıldır varlar. Görece yakın tarihimizde bu tür imtiyaz sözleşmeleri Anadolu
Selçuklularına kadar gider. Fatih Sultan Mehmet de (özellikle Venedikli
bankerlerle ve tüccarlarla) imtiyaz sözleşmeleri yaptığı bilinen Osmanlı padişahlarındandır.
Bugünkü KÖO'ların öncülleri olan
imtiyaz sözleşmeleri ise Hollanda, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde 17'inci
yüzyılda yol ve su gibi yüksek maliyetli yatırımlar için kullanılmışlardı. Bu
ülkelere sonradan Amerika Birleşik Devletleri de katılmış ve birçok erken
kapitalistleşmiş ülkede 19'uncu yüzyılda gaz, elektrik ve demiryolu gibi yatırımlar
bu tür sözleşmeşlerle yapılmışlardı. Ayrıca 1910 yılından beri yürürlükte olup
giriş bölümünde sözünü ettiğim Türkiye Cumhuriyeti Kalkınma Bakanlığı'nın Mayıs
2015' te yayınladığı Kamu Özel İşbirliği
Mevzuatı'nda tanımlı bizim imtiyaz sözleşmeleri de var. Bu mevzuatta sözü
geçen bir imtiyaz sözleşmesi örneğinin ilk maddesi şöyle:
İzmir
Tramvay ve Elektrik Türk Anonim Şirketi imtiyaz ve tesisatının satın alınmasına
dair 24/6/1943 tarihinde Nafıa Vekili ile salahiyetli Şirket murahhası arasında
imza ve teati edilmiş olan bağlı mukavelename tasdik edilmiştir.
Bu
sözleşmelerde devletin amacı, ilgili hizmetin kullanıcılarından ücret alarak
yatırımından kira toplayabilsin diye bir özel kişi ya da kuruluşa bu hizmet
sunumunun tekelini vererek bu kişi ya da
kuruluşun yatırımı kendi parasıyla yapmasını sağlamaktı.
Bu imtiyaz sözleşmeleri kamu hizmetlerini beklenen kapsamda ve ödenilebilir
ücretlerle sunamadıklarından bir süre sonra terk edildiler ve bu tür hizmetleri
devletler sunmaya başladı.
Ta ki kapitalizmi 1960'ların
sonlarına doğru başlayan son aşırı birikim krizinden çıkartabilmek için ilk
denemesi 1973'de Şili'de yapılan restorasyon programını başlatan 1978-80
Deng-Volcker-Thatcher-Reagan devrimine dek.
3.
Neoliberal Restorasyon Programı ve Kamu Özel Ortaklıkları
Kapitalizmi 1960'ların sonlarına
doğru başlayan son aşırı birikim krizinden çıkartabilmek için ilk denemesi
1973'de Şili'de yapılıp 1978-80 Deng-Volcker-Thatcher-Reagan devrimiyle dünyada
uygulanmaya konulan ve adına neoliberalizm de denen restorasyon programı,
Türkiye'ye Turgut Özal marifetiyle alınan 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararlarıyla geldi.
Ve yaklaşık dokuz ay sonra ABD Hükümeti ve Milli İstihbaratı ile milli "sivil
toplum kuruluşumuz" TÜSİAD'dan da destekli 12 Eylül 1980 darbesiyle garantiye
alındı.
Neoliberal restorasyon programının
üç temel direği şunlardır (Öncü 2016):
·
Mali
reformlar: Kamu malı kavramının yok edilip devlet
harcamalarının küçültülmesi (kemer sıkma), kamu borcunun kısılması ve borcun
kamudan özele kaydırılması;
·
Yapısal
reformlar: "Rekabeti" güçlendirmek adına kamu
varlıklarının özelleştirilmesi ve emek piyasası da dahil piyasaların
serbesleştirilmesi/esnekleştirilmesi;
·
Finansal
reformlar: Uluslararası sermaye hareketlerinin
serbestleştirilmesi başta olmak üzere, finansal istikrar amaçlı finansal piyasa
düzenlemeleri, fiyat istikrarı, merkez bankası bağımsızlığı ve benzerleri.
KÖO, neoliberal restorasyon programının yukarıda
özetlenmiş üç temel direğinin ilki marifetiyle 1992'de İngiltere'de ortaya
çıktı. Gerçi fikir annesi Deng-Volcker-Thatcher-Reagan devrimcisi Demir Leydi Margaret
Thatcher idi ama uygulama Thatcher'dan hemen sonra başbakan olan John Major zamanında
başladı.
Şimdi ayrıntılarına girmeyeyim ama kabaca amaç bir
muhasebe hilesiyle hükümeti harcamıyor gibi göstermekti. Yukarıdaki üç direğin
ilki öyle gerektiriyordu. Bir yandan da kamu yatırımlarının yapılması ve kamu
hizmetlerinin sunulması gerekiyordu: ayaklanmalar çıkmasın, ortalık karışmasın,
devrimler ve benzeri şeyler olmasın diye.
Nasıl yapılacaktı bu iş hükümet borçlanarak harcama
yapmayacaksa?
Demir Leydi Thatcher ve yönetimindeki İngiliz
hükümetinin bulup Thatcher Hükümeti'den hemen sonraki Major Hükümeti'nin 1992'de
uygulamaya koyduğu cevap KÖO oldu. KÖO ile bir özel şirket ya da şirketler
grubu borçlanıp harcayınca, hükümet borçlanıp harcamıyormuş gibi gözüküyordu.
Hile buradaydı. Bir de fazladan, ikinci direkte sözü edilen rekabet de
güçleniyordu hesapta, eskiden devletin yaptığı yatırımlar ve sunduğu kamu
hizmetleri özelleşmiş olduğundan.
Ama öyle miydi? Tabii ki değildi.
Adına ahlâki tehlike ve piyasa
aksaklığı denen iki soruna neden oluyorlardı KÖO sözleşmeleri. KÖO
sözleşmelerinin ahlâki tehlike ve piyasa aksaklığı sorunlarına neden olacaklarını
daha model uygulanmaya başlamadan önce de biraz kuramsal düşünebilen herkes
görebiliyordu ama son 15-20 yıldır yaşanılanlar baştan bilinen ahlâki tehlike
ve piyasa aksaklığı sorunlarının ortaya çıktığını ve KÖO finansman modelinin
altyapı yatırımlarının ve kamu hizmetlerinin pahallı ve verimsiz bir fonlanma
yöntemi olduğunu açıkça gösterdi.
Hatta o kadar açıkça gösterdi ki, KÖO'ları ta başından beri destekleyip Dünya
Bankası ile birlikte gelişmekte olan ülkelerde çıkan krizlere müdahale
ederlerken talep ettikleri yapısal uyum programlarında dayatan Uluslararası
Para Fonu'nun iki iktisatçısı 2016 yılında yazdıkları bir makalede şöyle
dediler (Jin ve Rial 2016):
Hem gelişen hem de gelişmiş
ülkelerde KÖO'lardan kaynaklı büyük mali bedeller ve mali riskler ortaya çıkmaktadır.
Hem geleneksel tedarik yöntemi, hem de KÖO'lar, yapım ve talep riskleri gibi
ortak proje risklerinden müzdaripler. Ancak, daha önce sözünü ettiğimiz hükümet
kayırmacılığı ve KÖO'ların olası manipulasyonu, bu ortak proje risklerine bir
katman daha ekliyor. Kifayetsiz bütçe tahminleri ve/veya istatistiki
hesaplamalar, hükümetlerin KÖO'ların kamu borç ve açığı üzerindeki etkilerini
ihmal etmelerine sebep olabiliyor. Sonuçta hükümetler, orta ve uzun vadede
genelde beklenenden daha yüksek mali bedellere ve risklere maruz kalıyorlar.
Akerlof ve Romer'in tanımladığı talan da kabaca bu. Akerlof
ve Romer (1993) talanı "maliyetini topluma ödeterek kar amacıyla
iflas" olarak tanımladıktan sonra talanın nedenleri arasında
yetersiz muhasebe kayıtlarını, esnek düzenlemeleri, talanı caydırıcı cezaların
yetersizliğini ve hükümet garantilerini (hem borç hem de gelir garantileri)
sayıyorlar.
Ve ekliyorlar (Akerlof ve Romer 1993):
Bu sapkın güdüler yalnızca bu
garantilerin verildiği şirketlerde görülmez ve talan simbiyotik olarak diğer
sektörlere de yayılır ve bir ekonomik yeraltı dünyası ortaya çıkar (altını
ben çizdim). Hükümet garantilerinin
verildiği sektördeki talancılar başka sektörlerdeki doğrudan bağlantılı olmadıkları
şirketlerle bu şirketlerin sözlerini tutamayacaklarını bilseler de sözleşmeler
imzalarlar ve gelecekte ne olacağına bakmaksızın onlardan bugün emdikleri
gelirleri ceplerine indirirler.
Akerlof ve Romer (1993) şunu da diyorlar:
Durum bu ise, ekonomik değeri en çoklama
normal ekomisinin yerine şimdi emilecek değeri en çoklama altüst ekonomisi
gerçer ki bu da şirketin şimdiki ekonomik net değerini eksiye iter. Şirket
sahipleri, şimdi elde edeceklerini en çoklama yoluyla şirketten
emebileceklerinin en çoğunu emmeye karar verdiklerinde, yaptıklarının şirketin
gelecekteki net değerinde büyük düşüşlere neden olcağını bilseler bile şimdi
emebileceklerinin en çoğunu emmelerini sağlayan bütün eylemler onlar için daha
cazip olur.
Nitekim, en azından ülkemizdeki KÖO sözleşmelerinde
gözlediğimiz budur. Bunun bir başka
önemli nedeni de bu tür sözleşmelerin uygulandığı sektörlerin neredeyse her
zaman doğal tekel (Baumol 1977, Tirole 1988) sektörler olmasıdır.
Doğal tekel sektörler, o sektörde üretilen toplam
mal ya da hizmetin bir kurum tarafından üretildiğinde birden fazla kurum
tarafından üretilmesine görece daha düşük maliyetle üretildiği sektörlerdir.
Akla ilk gelen doğal tekel örnekleri arasında telekomünikasyon, enerji üretimi
ve dağıtımı, eğitim, sağlık, kitle ulaşımı gibi örnekler var. Bu tür
sektörlerde üretilenler her zaman aşağıda tanımlayacağım kamu ya da
kamu-malı-benzeri mallar olmasalar da, böyle sektörlerde çok sayıda kuruma izin
verilemeyeceğinden sektördeki kurumlar kira toplayıcılardır.[8]
Böyle sektörlerdeki kurumların özel kurumlar olmasına izin verilirdiğinde gözlediğimiz,
Akerlof ve Romer (1993) teorisinin de dediği gibi, o kurumların en çok kirayı
toplamak için talana yöneldiği oldu. Başka bir deyişle, gerçekte olanlar
Akerlof ve Romer (1993) teorisini destekledi ve desteklemeyi sürdürüyor.
4.
Neoklasik İktisat Teorisinin Önemli Bir Kavramı: Ahlâki Tehlike
Ahlâki tehlikeye geçmeden önce neoklasik iktisat
teorisi nedir, onu kısaca anlatayım. Bugün dünyadaki üniversitelerin birkaçı
dışında hemen hepsinin iktisat bölümlerinde iktisat budur diye öğretilen
teoridir neoklasik iktisat teorisi. Tabii aslında öyle değil ve bir sürü başka
teori de var ama dünyadaki iktisat bölümlerinin neredeyse yüzde 99,9'unda
iktisat diye bu teori öğretilir.
Terimi Amerikalı iktisatçı Thorstein Veblen 1900
yılında yazdığı bir makalede ortaya attığı halde, neoklasik iktisatın ortaya
çıkışı 1800'lerin sonlarına gider. Neoklasik iktisat şu üç temel kabȗl üzerine
kuruludur (Öncü 2013):
(1)
İnsanların önceden bilinen ve bir değerle eşleştirilebilen seçenekler
arasındaki tercihleri rasyoneldir.
(2)
Kişiler faydalarını, şirketler kârlarını en çoklarlar.
(3)
İnsanlar tam ve bağıntılı bilgi üzerinden birbirlerinden bağımsız karar
verirler.
Neoklasik iktisatı Adam Smith, David Ricardo, Karl
Marx ve benzeri 18. ve 19. yüzyıl iktisatçılarının klasik iktisatından ayıran
en önemli şey de klasik iktisat kafayı değerlere takmışken, neoklasik iktisatın
kafayı fiyatlara takmış olmasıdır. Zaten neoklasik iktisatta değer ve fiyat
kelimeleri birbirleri yerine kullanılırlar.
Neoklasik iktisatta bilginin çok önemli bir rol
oynadığı yukarıdaki kabȗllerin hepsinden olmasa da en azından üçüncüsünden
açıkça gözüküyor. Ve acıklı olan şu ki öyle olmadığı herkesin malȗmu olduğu
halde 1800'lerin sonlarından 1970'lerde Akerloff, Spence, Stiglitz (ki üçü de
Alfred Nobel Anısına İsveç Merkez Bankası İktisat Ödülü aldılar) ve daha birçok
iktisatçının müdahalesine dek neoklasik iktisat herkesin her şeyi ve eşit
bildiği üzerine kuruluydu.
Akerloff, Spence, Stiglitz ve diğerlerinin 1970'lerde
başlayan müdâhalesi eşitsiz bilgiyi neoklasik iktisata içselleştirince iki önemli
kavram ortaya çıktı: ters seçim ve ahlâki tehlike. Bunların ikisi de
alan/yaptıran ile satan/yapan arasındaki bilgi eşitsizliğinden doğan
sorunlardır.
Gerçi KÖO projelerinde asıl sorun ahlâki tehlikedir
ama ters seçim sorununu da kısaca özetleyeyim. KÖO projelerinde ters seçim
sorunu da var çünkü.
Nasıl oluyor da memleketteki KÖO ihalelerini kazanan
şirketler bilinen bir avuç şirketler oluyorlar mesela!
Aslında bunu yalnızca aşağıda anlatacağım ters seçim
ile açıklamak doğru olmaz ama amacım neoklasik iktisadın ters seçim ve ahlâki
tehlike açıklamak olduğundan ters seçime odaklanıyorum. Teorinin dışına çıkıp
daha yukarıdan politik ekonomi gözüyle bakıldığında başka şeyler de gözüküyor.
Söz gelimi, Esra Çevik Gürakar'ın Mayıs 2018'de yayınlamış ve Türkiye'de Adalet
ve Kalkınma Partisi (AKP) dönemine yoğunlaşmış "Kayırma Ekonomisi"
kitabının önsözü şöyle diyor (Gürakar 2018):
"Kamu varlıklarına el koyarak
gerçekleşen zenginleşme (birikim)", rant yaratma ve ranta el koyup rantı, iktidarı
destekleyen toplumsal kesimlere stratejik olarak dağıtma AKP’nin süreğenliğinin
en önemli sacayağıdır.
Ve şöyle devam ediyor (Gürakar 2018):
Bu sistemin üç temel yapı taşı
vardır: Bunlardan ilki, AKP hükümeti önceki hükümetlerden farklı olarak kanuni
boşluklardan yararlanmak suretiyle değil de kanun yaparak rant yaratmaktadır.
İkincisi, yaratılan bu rantları AKP hükümetiyle doğrudan siyasi bağlantıları ya
da dolaylı ilişkileri olan özel sektör firmalarına dağıtmaktadır. Üçüncüsü ise
AKP yerel düzeyde seçmenlere kaynakları tahsis etmenin yeni biçimlerini
oluşturmuştur.
Neoklasik iktisata dönersek, ters seçim ve ahlâki tehlike sorunları arasındaki
fark, ters seçim sorununun alan/yaptıran ile satan/yapan arasında imzalanan
sözleşmenin imzası öncesi ile ilgili bilgi eşitsizliğinden doğmasıyken, ahlâki
tehlike sorununun sözleşmenin imzası sonrası ile ilgili bilgi eşitsizliğinden
ve satan/yapan tarafın verdiği sözden sapmasından doğan bir sorun olmasıdır.
Basit ters seçim örneği: günde iki paket sigara içen
bir kişinin akciğer kanseri sigortası alması olasılığı hiç sigara içmeyen bir kişinin
akciğer kanseri sigortası alması olasılığından daha yüksektir. O kişi de bir
sigorta şirketinden akciger kanseri sigortası alırken sigortayı aldığı şirkete günde iki paket
sigara içtiğini söyleyecek kadar aptal değildir çoklukla. Söylerse, ondan
yüksek sigorta pirimi isterler.
Ahlâki tehlike sorununa gelince, bu sorunun iki nedeni
olabilir: ilki yapılanın yapılırken gözlenilemez olması, ikincisi yapılan
yapılırken gözlenilebilir bile olsa gözlenilenin kanıtlanamaz olması.
İlkine örnek: 2012-2014 yılları arasında Hindistan
Merkez Bankasında çalışıyordum. Ben oradayken İstanbul, Çengelköy'deki evimin
yapımı günde sekiz saat sürüyordu. Ya da ben öyle sanıyordum. Evimi yapanlar günde
sekiz saat çalışıyoruz diyorlardı çünkü. Gözleyebiliyor muydum sekiz saat
çalışıp çalışmadıklarını? Hayır.
İkincisine örnek: Hindistan'a gitmeden önce Anadolu
Hisarı'nda yaşıyordum. Çengelköy burnumun dibi. Sıkça gidip bakıyordum inşaat nasıl
gidiyor diye. Yani gözleyebiliyordum yapılanı. Ama tek başıma gidiyordum. Bana
sözleşmemizde sözünü verdiklerini yapıyorlar mıydı? Yapmadıklarını gözlediğimi
var sayalım. Gözlediklerime kim tanıklık edecekti? Yanımda başka birkaç kişi
daha olmadan gözlediklerimi bir mahkemede kanıtlayabilir miydim? Hayır.
Ters seçim ve ahlâki tehlike sorunları kabaca
bunlardır.
5.
Kamu Özel Ortaklıkları ve Ahlâki Tehlike
KÖO sözleşmelerinde yaptıran devlet yapan da bir özel
şirket ya da şirketler topluluğu, yani proje yüklenicileridir. Diyelim devlet
bizim devlet, proje yüklenicileri de bizim Osmangazi Köprüsünü yapıp işleten proje
yüklenicileri.
Burada bir sürü ahlakı tehlike var.
Söz gelimi, yükleniciler köprüyü sözünü verdikleri
tarihte bitiremeyeceklerini gördüklerinde ya da bazı devlet büyüklerimiz
tarafından zamanından önce bitirmeye zorlandıklarında (ki bu proje özelinde öyle
olduğu biliniyor) bir takım şeyleri aceleye getirdiklerinden işi şişirip sözünü
verdikleri kadar dayanıklı bir köprü yapmamış olamazlar mı? Gidip de gözledik
mi ne yaptıklarını? Yüklenicilerin yaptıklarını gözlemekle yükümlü olan
bakanlığın çalışanları gidip de gözlediler mi inşaatı? Gidip gözlemiş bile
olsalar, ya yükleniciler gözlediklerini düşündüklerimizi rüşvetle satın
aldılarsa? Ya da, ya bir devlet büyüğümüz yukarıdan o gördüklerinizi kimseye
söylemeyeceksiniz diye emir buyurduysa?
Ayrıca, bu projeler için açılan ihalelerde neler
döndüğünü biliyor muyuz? Bir takım devlet büyüklerimizin bu ihaleleri
kazananlardan rüşvet ya da komisyon almadıklarını, ya da rüşvet ya da komisyon
karşılığı ve hatta bazı politik ve ideoljik nedenlerle, projeye en düşük uygun
fiyatı verenin değil de istediklerinin ihaleyi kazanmasını sağlamadıklarını
nereden biliyoruz?
Yine ayrıca, devlet büyüklerimizin rüşvet ya da
komisyon aldıklarını, ya da şu ya da bu nedenle projeyi istediklerine
verdiklerini gözlesek bile, bunları bir
mahkemede kanıtlayıp yapanların cezalandırılmasını sağlayarak böyle şeylerin
yapılmasını engelleyebiliyor muyuz?
Bu tür sorular daha da çoğaltılabilir ve bunlar KÖO
sözleşmelerinde ortaya çıkan ahlâki tehlike sorunlarının bazıları. 3. Bölüm'de Jin
ve Rial (2016) makalesinden yaptığım
alıntıda geçen yüksek mali bedeller ve mali risklerin önemli bir bölümü bu sorularla
ilgilidir.
6.
Neoklasik İktisat
Teorisinin Önemli Bir Başka Kavramı: Piyasa Aksaklığı
Konuya girmeden önce kamu ve kamu-malı-benzeri
mallar nelerdir onları anlatayım. Neredeyse bütün KÖO projeleri kamu ya da kamu-malı-benzeri
mal ve/veya hizmet üretimi projeleridir çünkü.
Özel mallar, tüketimi engellenebilen ve tüketilince
azalan mallardır. En basit özel mal örneklerinden biri kunduradır. Parası
olmayana satmam. Yani kunduranın tüketimi engellenebilir. Kundurayı ben
giyersem, aynı kundurayı başkası giyemez ve geriye bir kundura daha az kalır.
Yani kundura tüketilince azalır.
Kamu malları da bunların tersi. Kamu malları tüketimi engellenemeyen ve
tüketilince azalmayan mallardır. En basit kamu malı örneği de havadır. Havayı
solumam nasıl engellenebilir? Ayrıca, havayı ben solursam yanımdaki de
soluyamaz mı? Tabii bir dağda ya da bayırda olduğumuzu düşünüyoruz. Bir denizaltı gemisinde denizin
derinliklerindeysek iş değişir.
Ne özel, ne de kamu malı olmayan mallara da kamu-malı-benzeri
mal diyoruz. Yani kamu-malı-benzeri mallar ya tüketimi engellenemeyen ya da
tüketilince azalmayan mallardır. Ama ikisi birden değil. Gerçi bu benim sınıflandırmam.
Başka bazı yazarlar tüketimi engellenemezken, tüketilince azalan mallara ortak mallar
(örneğin, İstanbul Boğazı'nda hamsi) diyorlar ve kamu-malı-benzeri mal
(örneğin, okumakta olduğunuz bu makale) adını yalnızca tüketimi
engellenebilirken, tüketilince azalmayan mallara ayırıyorlar.
Ve kamu ve kamu-malı-benzeri mallar eğer doğanın
bize sunduğu nimetler (yani ortak mallar) değillerse, iki ortak özellikleri
daha vardır: kuruluş/ilk üretim maliyetleri (iktisat kitaplarında buna sabit
maliyet derler) yüksek, ek birim üretim maliyetleri (iktisat kitaplarında buna da
marjinal maliyet derler) sıfır değillerse bile çok düşüktürler. Giriş bölümünde
sözünü ettiğim Osmangazi ve Yavuz Sultan Selim Köprüleri (kapasite dolmadığı
sürece) tüketilince azalmayan mallar değiler mi? Yapım maliyetleri yüksek ama
bir aracın daha geçmesi bu köprülerin işleticilerine ek bir maliyet de getirmiyor.
Ha bin araç geçmiş, ha bin bir araç geçmiş. O bin birinci aracın getirdiği ek
maliyet nedir?
Ve bu yüzden bu tür mal ve hizmetlerin üreticileri tekel
olmak zorundadırlar ki zaten bu yüzden
bu tür malların üretildiği sektörler doğal
tekellerdir. Çünkü rekabet bu tür mal ve hizmetlerin üretildikleri
piyasalarda hem maliyetleri artırır hem de o piyasaları öldürür.
Yukarıda verdiğim örnekten de görüldüğü gibi,
kapasite aşılmadığı sürece malı/hizmeti kullanan bir fazla kişinin getirdiği
bir ek maliyet yoktur ya da yok kadar azdır. Ve eğer amaç kâr etmekse ve
rekabet varsa, böyle piyasalarda fiyatlar sıfıra doğru gider ki böyle durumlarda
bu mallar ya da hizmetler üretilmezler. Amacım para kazanmaksa, para kazanmayacağımı
bildiğim bir malı ya da hizmeti niye üreteyim?
Bu bir piyasa aksaklılığıdır ve bunun ortaya çıkış
nedeni rekabetçi bir piyasada üretilmesi düşünülen mal ya da hizmetin kamu ya
da kamu-malı-benzeri bir mal ya da bir hizmet olmasıdır. Özetlersem, piyasa
aksayacağından rekabetçi piyasalarla kamu ya da kamu-malı-benzeri mal ya da
hizmet üretimi birlikte var olamazlar.
Piyasa aksaklığının teknik tanımını verebilmek için dışsallık denilen bir kavramı da birkaç
örnekle açıklamam gerekecek. Bu amaçla,
var sayalım ki ben bir kamu ya da kamu-malı-benzeri mal ya da hizmet
üreticisiyim. Bir de fazladan, kâr amaçlı olduğumdan, masrafları azaltmaya
çalışıyorum. Ayrıca tekelim ve sunduğum hizmeti sunan başkaları yok çevrede. Ya
da olsalar bile sayıları az. Aksi takdirde, para kazanamayacağımdan bu üretimi
yapmam.
Söz gelimi, doğanın sunduğu bir altın yatağından
altın çıkaran bir altın madencisiyim. Altını çıkarırken kullandığım siyanürü
yakındaki nehire dökerim, nehirde balık nesli tükenir, nehirden su içen
insanlar zehirlenir ve ölür ama benim masraflarım da azalır ve daha çok para
kazanırım.
Bu dediğim olmuyor mu memlekette? Oluyor.
Ya da bir hastane işleticisiyim ve benim için her
doktor ve hasta bakıcı bir masraftır. Sayılarını azaltırım. Söz gelimi, 100
doktor yerine 20 doktor işe alırım. 100 doktorun bakabileceği hastaya 20
doktoru bakmaya zorlarım ve sonra da birileri bu doktorları gelip silahla vururlar.
İyi hizmet vermiyorlar diye.
Bu dediğim olmuyor mu memlekette? Oluyor.
Ya da doktorları daha çok çalıştırmak için onlara
yaptıkları iş başına maaş veririm. Söz gelimi, operatör doktorlara yaptıkları
ameliyat başına maaş veririm. Onlar da gereksiz ameliyatlar yaparlar ve bazen
hiç ameliyat gerekmediği halde ameliyat olduklarından ölenler olur.
Bu dediğim olmuyor mu memlekette? Oluyor.
Bunlar gibi şeylere neoklasik iktisat kitaplarında
negatif dışsallıklar denir. Kamuya zarar veren şeyler olduklarından. Pozitif
dışsallıklar da var. Mesela bir yerlerde bir hastane açıldığında çevresinde
çiçekçiler ve pastaneler de açılır ve birileri iş sahibi olur bu nedenle. Bu da
pozitif bir şey tabii. Bu dışsallıkların sorunu da bunların da piyasa
aksaklığına neden olmalarıdır.
Peki neoklasik iktisatçılar bu şeye niye piyasa
aksaklığı diyorlar da başka bir şey demiyorlar?
Çünkü onlar için piyasa aslında mükemmeldir. Ondan
öyle diyorlar. Ama işte bazı dışsallıklar olduğunda böyle yanlışlıkla arada
sırada aksar piyasa. Bu sorunlar da dışsal zaten. Sistemik asla değiller. Öyle
dışarılardan bir yerlerden geliyorlar. Neoklasik iktisatçıların bu dışsallıklara
buldukları çözüm de bu dışsallıkları içselleştirmektir, artık ne demekse?
Ama, maalesef, kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve
hizmetlerin rekabetçi piyasalarda üretilememelerinden doğan piyasa aksaklığına
bir çözüm bulamazlar neoklasik iktisatçılar. Kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve
hizmetler yukarıda açıkladığım nedenle rekabetçi piyasalarda üretilemezler
çünkü. Rekabeti çok seven neoklasik iktisatçılar için çok üzüntü verici bir
durum. Bu yüzden bu konuyu pek açmazlar.
Neoklasik iktisatçıların piyasa aksaklığı dediği
şeyi tanımlayabilmek için şimdi 4. Bölüm'den bir hatırlatma yapayım:
Neoklasik
iktisatı Adam Smith, David Ricardo, Karl Marx ve benzeri 18. ve 19. yüzyıl
iktisatçılarının klasik iktisatından ayıran en önemli şey de klasik iktisat
kafayı değerlere takmışken, neoklasik iktisatın kafayı fiyatlara takmış
olmasıdır. Zaten neoklasik iktisatta değer ve fiyat kelimeleri birbirleri
yerine kullanılırlar.
Gerçi neoklasik iktisatçıların kafayı taktıkları tek
şey fiyatlar değildir. Bir de kafayı taktıkları denge diye bir şey var ve burada denge dedikleri de arzın talebe
eşit olduğu noktadır. Bu noktada bir fiyat ortaya çıktığından o noktaya fiyat
dengesi de derler. Gerçi bir de üretilecek miktar ortaya çıkar tabii bu dengede,
en azından neoklasik iktisat teorisine göre. Piyasa aksaklığı da bu dengeyle
ilgili bir aksaklık.
İlk verdiğim örnekte ortaya çıkan fiyat dengesi
neydi? Piyasa rekabetçi olduğundan sıfır ya da sıfıra yakın bir fiyat
dengesiydi. Bu yüzden o dengede kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve hizmetler
üretilmiyordu. Yanyana bin tane Osmangazi Köprüsü düşünün. Bunlar birbirleriyle
rekabet ederlerse bu köprülerin hangisi bu işten kâr edebilir? Zaten bu tür
köprülerden −dahası kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve hizmetlerden− kâr edilmez,
kira toplanır ve kira için de bir tane Osmangazi Köprüsü olması gerekir. Ya da
Trabzon'da birbirleriyle rekabet eden bin tane bin yataklı özel hastane
düşünün. Nüfusu 700-800 bin arası olan Trabzon ne yapacak bir milyon hastane
yatağını? Bu özel hastanelerin hangisi bu rekabetten para kazanabilir? Bunlar
gibi örnekler çoğaltılabilir. Bütün bunların gösterdiği şu ki, rekabetçi
piyasalarda kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve hizmetler üretilmezler, ki bu tanım
gereği bir piyasa aksaklığıdır.
Diğer piyasa aksaklıkları da sözünü ettiğim negatif
ve pozitif dışsallıklardan doğan bozuk fiyat dengeleridir. Bu dışsallıklar mal
ya da hizmetlerin bedellerini ve yararlarını doğru yansıtmayan fiyat dengelerine
neden olduklarından o fiyattaki en iyi miktar yerine daha fazla ya da az
miktarların üretime neden olurlar. Eğer dışsallık negatifse, üretici
maliyetlerin tümünü kendisi yüklenmeyip başkalarına ödettiğinden, o denge fiyatına karşılık gelen en iyi
miktarın üzerinde üretim yapar. Öte yandan, eğer dışsallık pozitifse, üretici başkalarının
elde ettiği faydalardan yararlanamadığından, o denge fiyatına karşılık gelen en
iyi miktarın altında üretim yapar. En azından, denge üzerine kurulu neoklasik
iktisat böyle olur diyor.
Mesela, Osmangazi Köprüsü projesi yüklenicileri,
devlet daha önce sözünü ettiğim günlük 40 bin araç garantisini vermeseydi bu
köprüyü kendi paralarıyla yaparlar mıydı? Gerçi bu tür proje yüklenicileri
dünyanın hiçbir yerinde yalnızca kendi paralarıyla böyle projeleri
yüklenmezler. Yüksek kaldıraçla borçlanırlar ama bu garantiler olmasaydı,
yüksek kaldıraçla borçlabiliyor bile olsalar bu işe girerler miydi? Ya da
alacaklılar, yüklenicilerin arkasında devletin olduğunu ve o garantileri bilmeselerdi
o verdikleri krediyi verirler miydi?
Yukarıdakiler fazla üretime neden olan negatif
dışsallık örnekleri. Ama negatif dışsallıklar negatif diye yalnızca bunlar
kötüdür, pozitif dışsallıklar iyidir diye düşünmemek gerekir. Söz gelimi,
eğitim ve sağlık hizmetleri özelleştirilirlerse vatandaşa sağladıkları faydalar
özel üreticilere doğrudan yansımadıklarından eksik ya da kötü üretilirler. Gerçi
başka nedenler de var ama, neoklasik iktisatçılar böyle diyorlar.
Bu yukarıdakiler, iktisat lisans programlarının
ikinci değilse üçüncü sınıflarındaki bütün iktisat öğrencilerine öğretilirler.
Ya da öğretilmeleri gerekir. Çünkü bugünlerin bütün lisans düzeyi iktisat ders
kitaplarının −ki neredeyse hepsi neoklasik iktisat ders kitaplarıdır− ilgili
bölümlerinde bunlar yazar. Gerçi çoğu neoklasik hocalar genellikle bu konuyla ilgili
bölümleri atlarlar ama o ayrı.
7.
Kamu Özel Ortaklıkları ve Piyasa Aksaklığı
Borcun vadesi ne olursa olsun, herhangi bir ülkede o
vadede en düşük faizle o ülkenin merkezi hükümeti borçlanır. Bu yalnızca iç
borçlanma için değil, bazı istinalar dışında dış borçlanma için de böyledir.
Kamu ya da özel, geri kalan hemen bütün borçlanıcıların ödedikleri faiz daha
yüksektir. Merkezi hükümet dışındaki −söz gelimi belediyeler gibi− kamu
borçlanıcıları da genellikle özel borçlanıcılardan daha düşük faizlerle borçlanırlar
ama arada merkezi hükümet dışındaki kamu borçlanıcılarından daha düşük
faizlerle borçlanabilen bazı özel borçlanıcılar çıkar. Ancak, hiçbir ülkede,
özel de olsa merkezi hükümet dışında kamu da olsa, hiçbir kurum içeride ya da
dışarıda merkezi hükümetten daha düşük faizle borçlanamaz. Gerçi bir ülkenin
merkezi hükümetinden bazı başka ülkelerin bir takım özel şirketleri daha düşük
faizlerle borçlanabilirler ama öyle şirketler de o ülkedeki KÖO projelerine tek
başlarına yüklenici olmazlar.
Bu özetlediklerime teorik açıklamalar bulunabilirse
de KÖO finansman modeliyle fonlanan projelerde ta başından beri tüm dünyada
olan bu. Belki tersi bir iki örnek bulunabilir ama öyle örnekleri bulabilmek
için onları çok aramak gerekir.
Yeniden hatırlatsam iyi olacak bir başka gerçek ise
KÖO finansman modeliyle fonlanan neredeyse bütün projelerin kamu ya da
kamu-malı-benzeri mal ve/veya hizmet projeleri olmalardır. Daha önce
özetlediğim gibi kamu ve kamu-malı-benzeri mallar eğer doğanın bize sunduğu
nimetler (ortak mallar) değillerse, bunların kuruluş/ilk üretim maliyetleri
(sabit maliyetleri) yüksektir. Dolayısıyla, böyle projelerin yüksek kaldıraçla
− yani yüklenicilerinin koydukları kendi paralarının çok üzerinde borçlarla (bire
beş, bire on, bire yüz, vesaire)− fonlanmaları gerekir. Yüklenicilerin paraları
yetmez çünkü. Öte yandan, yine daha önce özetlediğim gibi, kamu ya da
kamu-malı-benzeri mal ve hizmet üretimlerinin birim ek maliyetleri (marjinal
maliyetleri) sıfır değillerse sıfıra çok yakın olduklarından bu tür mal ve
hizmetleri üretenler kira toplayıcı tekeller olmak zorundadırlar. Tekel
olamasalar bile çok rakiplerinin olmaması gerekir. Aksi takdirde, yani rekabet
olduğunda, gelirleri sıfıra gider.
Böyle olunca da piyasa aksaklığı olur.
Gerçi Türkçeye benden önce öyle çevrildiğinden başından
beri bu anlattığıma piyasa aksaklığı diyorum ama ilk çeviren ben olsaydım, buna
piyasa göçüşü, kopuşu, kırılışı gibi şeyler derdim. Nedenim de, burada ortaya
çıkan fiyat dengesinin negatif bir dışsallıktan kaynaklı pahallı bir fiyat
dengesi olması. Böyle dengelerde proje yüklenicileri yüksek faizlerden
aldıkları borçları ödeyebilmek için hem kalitesiz üretimle üretim maliyetlerini
düşürmeye çalışırlar, hem de ürettikleri o şeyleri o şeyler kamusal üretilselerdi
satılacağından daha yüksek fiyatlara satarlar. Ve birgün o borçları ödeyemez
hale geldiklerinde −ki Hindistan'dan tutun da İngiltere'ye bir sürü ülkede öyle
oluyor− o borçlar devlete, yani vatandaşa kalır. Yalnızca Akerlof ve Romer (1993) talan
teorisi değil, tarih te böyle söylüyor. KÖO'ların topluma yüklediği
ağır borç yükünden kasıt budur. KÖO'ların neden oldukları bir sürü başka piyasa
aksaklıkları da var ama bir çok örneğini daha önce verdim. Daha da uzatmadan bitiriyorum.
8.
Sonuç Yerine
"Şehir Dışına Göç Eden Okullar: Eğitim
Kampüsleri" başlıklı makalelerinde Büyükcan ve Yelken (2015) KÖO finansman
modeliyle ilgili tartışılan sorunları şöyle özetliyorlar:
Bütçede yer almadan gerçekleştirildikleri
için kamu borç stokunda görülmeyen bu projelere uzun yıllar boyunca yapılacak
ödemelerin ülke bütçelerinde ciddi bir yük oluşturacağı, bunun seçilecek
hükümetler için bağlayıcı olmasının demokrasiyle uyumlu olmadığı, geleceğin hem
ekonomik hem de politik anlamda ipotek altına alınmış olacağı uyarıları
yapılmaktadır. Bu projelerin bedelini kendi dönemlerinde ödemeyen hükümetlerin,
siyasi avantaj sağlamak, ölçek ekonomisine ulaşmak ve özel sektörün ilgisini
çekmek için gerektiğinden daha büyük ölçekli projeler tasarladığı, bu modeli
destekleyen bilimsel araştırmaların yetersizliği, kamuoyunun bu projelerin
gerçek maliyetleri hakkında şeffaf bilgi almasının engellendiği dile getirilen
sakıncalar arasındadır. Kamu Özel Ortaklığı ile gerçekleştirilen bazı ihale ve
inşa süreçlerinin yolsuzluklarla anıldığı, iş çevrelerinin bu projelerden
yararlanmak veya kendi yatırımlarını garanti altına almak amacıyla politikaya
müdahil olma çabaları da dikkat çekilen noktalar arasındadır.
Büyükcan ve Yelken'in özetine ek olarak, KÖO'ları ta
başından beri destekleyip Dünya Bankası ile birlikte gelişmekte olan ülkelerde
çıkan krizlere müdahale ederlerken talep ettikleri yapısal uyum programlarında
dayatan Uluslararası Para Fonu iktisatçıları Jin ve Rial'in makalelerinden 3. Bölüm'de yaptığım alıntıyı yeniden
yazıyorum (Jin ve Rial 2016):
Hem gelişen hem de gelişmiş
ülkelerde KÖO'lardan kaynaklı büyük mali bedeller ve mali riskler ortaya
çıkmaktadır. Hem geleneksel tedarik yöntemi, hem de KÖO'lar, yapım ve talep
riskleri gibi ortak proje risklerinden müzdaripler. Ancak, daha önce sözünü
ettiğimiz hükümet tarafgirliği ve KÖO'ların olası manipulasyonu, bu ortak proje
risklerine bir katman daha ekliyor. Kifayetsiz bütçe tahminleri ve/veya
istatistiki hesaplamalar, hükümetlerin KÖO'ların kamu borç ve açığı üzerindeki
etkilerini ihmal etmelerine sebep olabiliyor. Sonuçta hükümetler, orta ve uzun
vadede genelde beklenenden daha yüksek mali bedellere ve risklere maruz
kalıyorlar.
Bir sürü bağımsız iktisatçı böyle olur derlerken,
KÖO'ları bunca dayatmış Dünya Bankası ve Uluslararsı Para Fonu iktisatçıları
böyle olacağını göremeyecek kadar iktisat bilgisinden yoksun muydular?
Değildiyseler, neden KÖO'ları bunca dayattılar ve kısık sesle de olsa yaptıkları
yukarıdaki türden uyarılara rağmen hala dayatmayı sürdürüyorlar?
Sonucunun büyük mali bedeller ve mali riskler
olacağını daha deneyi yapmaya başlamadan önce bildiğimiz bir deneyi yapmanın bir
gereği var mıdır?
Bir gereği varsa, o gerek nedir?
KAYNAKLAR
Akerlof, George A. ve Paul M. Romer, 1993,
"Lootin: Economic Underground of Bankruptcy for Profit", Brookings Papers on Economic Activity,
1993, Cilt: 24, Sayı: 2
Baumol, William, 1977, "On the Proper Cost
Tests for Natural Monopoly in a Multiproduct Industry", American Economic Review, Cilt: 67, Sayı:
5
Büyükcan, Tufan ve Ejder Yelken, 2015, "Şehir
Dışına Göç Eden Okullar: Eğitim Kampüsleri",
Eğitim Bilim Toplum Dergisi, Cilt:13, Sayı: 49
Gürakar Çeviker, Esra, 2018, Kayırma Ekonomisi - AKP Döneminde Kamu İhaleleri, İletişim
Jin, Hui ve Isabel Rial, 2016, "Regulating
Local Government Financing Vehicles and
Public-Private Partnerships in China", IMF Working Paper, Cilt: 16, Sayı:187
Öncü, T. Sabri, 2013, "Faith and Scepticism in
Markets: Sveriges Riksbank Prize 2013",
Economic and Political Weekly, Cilt: 48, Sayı: 45 ve 46
Öncü, T. Sabri, 2016, "TINA, India and Economic
Liberalisation", Economic and
Political Weekly, Cilt: 52, Sayı: 29
[1]Bu makalenin birçok bölümü daha
önce TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi ve Ankara Tabip Odası tarafından 11
Mart 2017'de düzenlenen Şehir Hastaneleri Sempozyumu'nun Kitapçığı'nda basılmış
"Verimsiz ve Pahalı Bir Finansman Modeli: Kamu Özel Ortaklığı"
başlıklı makalemden uyarlanmıştır. Önemli bir kısmı da aynıdır.
[2]Diğer önceller arasında Kamu Özel
Sektor Ortaklığı (KÖSO) ve Kamu Özel Sektör İşbirliği (KÖSİ) sayılabilir.
[3]Açılış töreni 30 Haziran 2016'da
yapılan Osmangazi Köprüsü 1 Temmuz 2016 tarihinde, açılış töreni 26 Ağustos
2016'da yapılan Yavuz Sultan Selim Köprüsü de 27 Ağustos 2016 tarihinde trafiğe
açıldı.
[4] Şubat 2017 itibarıyle.
[5] Bu rakamlar da Şubat 2017
rakamları. Şubat 2017'den Mayıs 2018'e liranın dolar karşısındaki değer kaybı
düşünüldüğünde bugün bu yük çok daha yüksek olmalı.
[6]
http://www.dunya.com/kose-yazisi/devlet-buyur-buyutur/362114
[7]http://www.kalkinma.gov.tr/Documents/Kamu%20%C3%96zel%20%C4%B0%C5%9Fbirli%C4%9Fi%20Mevzuat%C4%B1-2015.pdf
[8]Örneğin, çimento, şeker ya da
petrol kamu ya da kamu-malı-benzeri değil özel mallar oldukları halde
üretildikleri sektörler doğal tekellerdir.