Saturday, July 27, 2019

Talan


Talan Yoluyla Sermaye Birikim Aracı Olarak Kamu Özel Ortaklığı[1]
Verimsiz ve Pahalı Bir Finansman Modeli

T. Sabri Öncü



Özet

İngilizcesi Public Private Partnership (PPP) olup Türkçeye önce Kamu Özel Ortaklığı (KÖO) olarak çevrildiği halde daha sonra Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) olarak mevzuatta yerini bulan finansman modeli, özünde bir devlet ile bir özel şirket ya da şirketler topluluğu arasında yapılan ve mevzuatı  ülkeden ülkeye değişen bir sözleşme türüdür. Bu sözleşmelerle yapılan, üretilip sunulması devletten beklenen kısmen ya da tamamen kamusal malların ve/veya hizmetlerin özel sektöre aktarımıdır. Başlığındaki talan kelimesini Akerlof ve Romer'in bir makalesinden (Akerlof ve Romer 1993) alan bu makalede bugünkü anlamıyla 1992'de İngiltere'de ortaya çıkmış olan KÖO sözleşmeleriyle üretilip sunulması devletten beklenen mal ve hizmetlerin özel sektöre aktarım sürecini inceleyerek, genellikle kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve hizmetlerin üretiminde ve özünde doğal tekel olan sektörlerde kullanılan bu finansman modelinin verimsizliğinin ve topluma yüklediği ağır borç yükünün nedenleri örnekleriyle tartışıyorum.   

1. Giriş

İngilizcesi Public Private Partnership (PPP) olup Türkçeye önce Kamu Özel Ortaklığı (KÖO) olarak çevrildiği halde daha sonra Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) olarak mevzuatta yerini bulan finansman modeli, özünde bir devlet ile bir özel şirket ya da şirketler topluluğu ya da kısaca proje yüklenicisi arasında yapılan ve mevzuatı  ülkeden ülkeye değişen bir sözleşme türüdür.[2]   KÖO ve KÖİ, PPP'nin Türkçeye olası iki çevirisi olduklarından yerine göre birini ya da diğerini kullanmamın yanlış anlamalara neden olmayacağını umuyorum.

Konuya girmeden Türkiye'de halen sürmekte olup, 2016 yılında hizmet vermeye başlayan iki KÖO projesi örneği vereyim:[3]

·       Osmangazi Köprüsü (Dilovası Dil Burnu ile Altınova Hersek Burnu arası);
·       Yavuz Sultan Selim Köprüsü (İstanbul Boğazı'nın Karadeniz'e bakan kuzeyi);

Bu iki köprü de Yap-İşlet-Devret adlı KÖO finansman modeliyle inşa edilmiş olup iki köprüde de proje yüklenicileri köprüleri geçiş ücretleri karşılığı işletmekle yükümlüler: Osmangazi Köprüsü yüklenicisi yaklaşık 22 yıl süreyle, Yavuz Sultan Selim Köprüsü yüklenicisi yaklaşık 10 yıl süreyle.

Bu iki KÖO sözleşmesinde proje yüklenicilerin köprüleri belli bir süre işletme yükümlülüklerinin yanısıra, Hazine'nin yüklenicilere verdiği günlük araç geçişi ve geçiş ücreti garantileri de var: Osmangazi Köprüsü'ne günde 40 bin araç geçiş garantisi, Yavuz Sultan Selim Köprüsü'ne ise günde 135 bin araç garantisi. Ücret garantilerini ise ciddiye alınmayacaklarını bildiğimden (ki öyle olduklarını yaşayarak gözledik) bir kenara bırakıyorum.

Kamuya açıklanmadıklarından nasıl hesaplandıklarını bilmediğimiz bu araç geçiş garantilerine karşın açılışlarından bu yana Osmangazi Köprüsü'nde günlük ortalama araç geçiş sayısı yaklaşık 12 bin civarında oldu. Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nde ise günlük ortalama araç geçiş sayısı yaklaşık 110 bin civarında kaldı.[4] Garantilenen ücretlerin kullanıcılar tarafından yüksek bulunmuş olmasının iki köprüde de garantilerde belirtilenlerden düşük sayıda geçişlere neden olduğunu yaşayarak gördük. Üstelik, Yavuz Sultan Selim Köprüsünün temel amacı karayolu taşımacılığında kullanılan ağır vasıtalara hizmet olduğu halde ağır vasıtaların, köprü konumu nedeniyle karayolu taşıma maliyetlerini artırdığından, yapılan tüm trafik düzenlemeleri ve konulan trafik cezalarına rağmen köprüye garantide beklenilen rağbeti göstermediklerini gözledik.

Bugün gelinen noktada gözlenilen ise köprülerin Hazine'ye günlük yükünün sırasıyla yaklaşık 4,5 milyon ve yaklaşık 1 milyon lira olduğu. O da şimdilik. Ve bu yükler böyle kalırsa (ki verilen ücret garantileri dolara endeksli olduklarından bu yüklerin yükselme olasılıkları düşme olasılıklarından daha yüksek), Osmangazi Köprüsü'nün hazineye yükü  yılda yaklaşık 1,6 milyar lira, Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nün Hazine'ye yükü de yılda yaklaşık 365 milyon lira olacak.[5]

Kime sorarsanız sorun, sorduğunuz kişi dünya görüşünden bağımsız olarak bu yüklerin çok yüksek olduğunu söyleyecektir. Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nün İstanbul'un kuzeyini ranta açması ve yarattığı ekolojik tahribat da cabası.  

Yukarıda sözünü ettiğim KÖİ sözleşmeleri yalnızca iki örnek. Denizbank Genel Müdürü Hakan Ateş’in 2017 Mart ayında gazetecilere yaptığı sunumunda gazetecilere sözünü ettiği son 13 yılın başka bazı önemli KÖİ projeleri de şunlar:[6]

·   Yapımı bitenler: Marmaray; Avrasya Tüneli; Kıbrıs Barış Suyu Projesi; Tuz Gölü Doğalgaz Depolama Tesisi ve bazı şehir hastaneleri.
·       Yapımı sürenler: Akkuyu Nükleer Santrali; 3. İstanbul Havalimanı; 3 Katlı Büyük İstanbul Tüneli; İstanbul Finans Merkezi; sağlık merkezleri; 4 ayrı hızlı tren projesi; Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi; Kuzey Marmara Otoyolu; Ankara-Niğde, Mersin-Antalya, Ankara-İzmir, Aydın-Denizli otoyolları ve yine bazı şehir hastaneleri.

Ayrıca, yine KÖİ modeli ile fonlanması planlanan 8 havalimanı ve bir sürü eğitim kampüsü (Büyükcan ve Yelken 2015) projeleri de yukarıdaki listeye eklenebilir.

Türkiye Cumhuriyeti Kalkınma Bakanlığı'nın Mayıs 2015'te yayınladığı Kamu Özel İşbirliği Mevzuatı'nda tanımlı KÖİ finansman modelleri ise şunlar:[7]

·       Yap-İşlet-Devret:  Enerji, ulaşım ve benzeri altyapı yatırım ve hizmetleri;
·       Yap-Kirala-Devret:  Sağlık ve eğitim yatırım ve hizmetleri;
·       Yap-İşlet:  Enerji, ulaşım ve benzeri altyapı yatırım ve hizmetleri;
·       Özelleştirme ve İşletme Hakkı Devri: İktisadi Devlet Teşekkülleri, belediye hizmetleri, baraj, gölet, otoyol, yataklı tedavi kurumları, limanlar ve benzeri diğer mal ve hizmet üretim birimleri;
·       İmtiyaz (1910 yılından beri): Enerji, ulaşım, su, gaz, belediye hizmetleri ve benzeri altyapı yatırım ve hizmetleri.

Bu saydıklarımdan da görüldüğü üzere KÖO finansman modeliyle fonlanan ve fonlanacak olan projelerin neredeyse hepsi ya kamu ya da kamu-malı-benzeri mal ve hizmet projeleri. Makalenin ilerleyen bölümlerinde kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve hizmetleri tanımladıktan sonra bunların özel üretilmelerinin doğurduğu bilinen sakıncaları ayrıntılarıyla tartışacağım. Bir başka önemli konu da yukarıda adı geçen sektörlerin neredeyse hepsinin doğal tekeller olması. İlerleyen bölümlerde doğal tekelleri tanımlayıp, talan ile doğal tekeller arasındaki bağlantıları da özetleyeceğim.

2. Kamu Özel Ortaklığı Nedir?

Kamu Özel Ortaklığı ya da İşbirliği, bir devlet ile bir özel şirket ya da şirketler topluluğu (kısaca proje yüklenicisi) arasında yapılan ve  mevzuatı (dolayısıyla tanımı) ülkeden ülkeye değişen bir sözleşmedir. Sözleşmenin özellikleri kabaca şöyledir:
           
·       Kısmen ya da tamamen kamusal olan bir yatırım ve/veya hizmet üzerinedir;
·       Uzun vadelidir (birkaç yıldan birkaç on yıla);
·   Proje yüklenicisi projenin finansmanını sağlamak, yatırımı yapmak ve/veya sözleşmenin vadesi dolana dek kurulanı işletmek ile yükümlüdür;
·    Proje yüklenicisi yaptığı karşılığında ya hizmeti sunmakla yükümlü kamu kurumundan ya hizmetten yararlananlardan ya da hem bu kamu kurumundan hem de hizmetten yararlananlardan sözleşmede tanımlandığı şekliyle ücret alır.
                                                      
Yukarıda geçen hizmetten yararlananlardan alınan ücret bir imtiyazdır ve içinde bu tür imtiyazlar olan imtiyaz sözleşmeleri birkaç bin yıldır varlar. Görece yakın tarihimizde bu tür imtiyaz sözleşmeleri Anadolu Selçuklularına kadar gider. Fatih Sultan Mehmet de (özellikle Venedikli bankerlerle ve tüccarlarla) imtiyaz sözleşmeleri yaptığı bilinen Osmanlı padişahlarındandır.  

Bugünkü KÖO'ların öncülleri olan imtiyaz sözleşmeleri ise Hollanda, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde 17'inci yüzyılda yol ve su gibi yüksek maliyetli yatırımlar için kullanılmışlardı. Bu ülkelere sonradan Amerika Birleşik Devletleri de katılmış ve birçok erken kapitalistleşmiş ülkede 19'uncu yüzyılda gaz, elektrik ve demiryolu gibi yatırımlar bu tür sözleşmeşlerle yapılmışlardı. Ayrıca 1910 yılından beri yürürlükte olup giriş bölümünde sözünü ettiğim Türkiye Cumhuriyeti Kalkınma Bakanlığı'nın Mayıs 2015' te yayınladığı Kamu Özel İşbirliği Mevzuatı'nda tanımlı bizim imtiyaz sözleşmeleri de var. Bu mevzuatta sözü geçen bir imtiyaz sözleşmesi örneğinin ilk maddesi şöyle:

İzmir Tramvay ve Elektrik Türk Anonim Şirketi imtiyaz ve tesisatının satın alınmasına dair 24/6/1943 tarihinde Nafıa Vekili ile salahiyetli Şirket murahhası arasında imza ve teati edilmiş olan bağlı mukavelename tasdik edilmiştir.

Bu sözleşmelerde devletin amacı, ilgili hizmetin kullanıcılarından ücret alarak yatırımından kira toplayabilsin diye bir özel kişi ya da kuruluşa bu hizmet sunumunun tekelini  vererek bu kişi ya da kuruluşun yatırımı kendi parasıyla yapmasını sağlamaktı. Bu imtiyaz sözleşmeleri kamu hizmetlerini beklenen kapsamda ve ödenilebilir ücretlerle sunamadıklarından bir süre sonra terk edildiler ve bu tür hizmetleri devletler sunmaya başladı.

Ta ki kapitalizmi 1960'ların sonlarına doğru başlayan son aşırı birikim krizinden çıkartabilmek için ilk denemesi 1973'de Şili'de yapılan restorasyon programını başlatan 1978-80 Deng-Volcker-Thatcher-Reagan devrimine dek.

3. Neoliberal Restorasyon Programı ve Kamu Özel Ortaklıkları

Kapitalizmi 1960'ların sonlarına doğru başlayan son aşırı birikim krizinden çıkartabilmek için ilk denemesi 1973'de Şili'de yapılıp 1978-80 Deng-Volcker-Thatcher-Reagan devrimiyle dünyada uygulanmaya konulan ve adına neoliberalizm de denen restorasyon programı, Türkiye'ye Turgut Özal marifetiyle alınan 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararlarıyla geldi. Ve yaklaşık dokuz ay sonra ABD Hükümeti ve Milli İstihbaratı ile milli "sivil toplum kuruluşumuz" TÜSİAD'dan da destekli 12 Eylül 1980 darbesiyle garantiye alındı.  

Neoliberal restorasyon programının üç temel direği şunlardır (Öncü 2016):
·       Mali reformlar: Kamu malı kavramının yok edilip devlet harcamalarının küçültülmesi (kemer sıkma), kamu borcunun kısılması ve borcun kamudan özele kaydırılması;
·       Yapısal reformlar: "Rekabeti" güçlendirmek adına kamu varlıklarının özelleştirilmesi ve emek piyasası da dahil piyasaların serbesleştirilmesi/esnekleştirilmesi;
·       Finansal reformlar: Uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi başta olmak üzere, finansal istikrar amaçlı finansal piyasa düzenlemeleri, fiyat istikrarı, merkez bankası bağımsızlığı ve benzerleri.

KÖO, neoliberal restorasyon programının yukarıda özetlenmiş üç temel direğinin ilki marifetiyle 1992'de İngiltere'de ortaya çıktı. Gerçi fikir annesi Deng-Volcker-Thatcher-Reagan devrimcisi Demir Leydi Margaret Thatcher idi ama uygulama Thatcher'dan hemen sonra başbakan olan John Major zamanında başladı.

Şimdi ayrıntılarına girmeyeyim ama kabaca amaç bir muhasebe hilesiyle hükümeti harcamıyor gibi göstermekti. Yukarıdaki üç direğin ilki öyle gerektiriyordu. Bir yandan da kamu yatırımlarının yapılması ve kamu hizmetlerinin sunulması gerekiyordu: ayaklanmalar çıkmasın, ortalık karışmasın, devrimler ve benzeri şeyler olmasın diye.

Nasıl yapılacaktı bu iş hükümet borçlanarak harcama yapmayacaksa? 

Demir Leydi Thatcher ve yönetimindeki İngiliz hükümetinin bulup Thatcher Hükümeti'den hemen sonraki Major Hükümeti'nin 1992'de uygulamaya koyduğu cevap KÖO oldu. KÖO ile bir özel şirket ya da şirketler grubu borçlanıp harcayınca, hükümet borçlanıp harcamıyormuş gibi gözüküyordu. Hile buradaydı. Bir de fazladan, ikinci direkte sözü edilen rekabet de güçleniyordu hesapta, eskiden devletin yaptığı yatırımlar ve sunduğu kamu hizmetleri özelleşmiş olduğundan.

Ama öyle miydi?  Tabii ki değildi.

Adına ahlâki tehlike ve piyasa aksaklığı denen iki soruna neden oluyorlardı KÖO sözleşmeleri. KÖO sözleşmelerinin ahlâki tehlike ve piyasa aksaklığı sorunlarına neden olacaklarını daha model uygulanmaya başlamadan önce de biraz kuramsal düşünebilen herkes görebiliyordu ama son 15-20 yıldır yaşanılanlar baştan bilinen ahlâki tehlike ve piyasa aksaklığı sorunlarının ortaya çıktığını ve KÖO finansman modelinin altyapı yatırımlarının ve kamu hizmetlerinin pahallı ve verimsiz bir fonlanma yöntemi olduğunu açıkça gösterdi.

Hatta o kadar açıkça gösterdi ki,  KÖO'ları ta başından beri destekleyip Dünya Bankası ile birlikte gelişmekte olan ülkelerde çıkan krizlere müdahale ederlerken talep ettikleri yapısal uyum programlarında dayatan Uluslararası Para Fonu'nun iki iktisatçısı 2016 yılında yazdıkları bir makalede şöyle dediler (Jin ve Rial 2016):

Hem gelişen hem de gelişmiş ülkelerde KÖO'lardan kaynaklı büyük mali bedeller ve mali riskler ortaya çıkmaktadır. Hem geleneksel tedarik yöntemi, hem de KÖO'lar, yapım ve talep riskleri gibi ortak proje risklerinden müzdaripler. Ancak, daha önce sözünü ettiğimiz hükümet kayırmacılığı ve KÖO'ların olası manipulasyonu, bu ortak proje risklerine bir katman daha ekliyor. Kifayetsiz bütçe tahminleri ve/veya istatistiki hesaplamalar, hükümetlerin KÖO'ların kamu borç ve açığı üzerindeki etkilerini ihmal etmelerine sebep olabiliyor. Sonuçta hükümetler, orta ve uzun vadede genelde beklenenden daha yüksek mali bedellere ve risklere maruz kalıyorlar.

Akerlof ve Romer'in tanımladığı talan da kabaca bu. Akerlof ve Romer (1993) talanı "maliyetini topluma ödeterek kar amacıyla iflas" olarak tanımladıktan sonra talanın nedenleri arasında yetersiz muhasebe kayıtlarını, esnek düzenlemeleri, talanı caydırıcı cezaların yetersizliğini ve hükümet garantilerini (hem borç hem de gelir garantileri) sayıyorlar.

Ve ekliyorlar (Akerlof ve Romer 1993):

Bu sapkın güdüler yalnızca bu garantilerin verildiği şirketlerde görülmez ve talan simbiyotik olarak diğer sektörlere de yayılır ve bir ekonomik yeraltı dünyası ortaya çıkar (altını ben çizdim). Hükümet garantilerinin verildiği sektördeki talancılar başka sektörlerdeki doğrudan bağlantılı olmadıkları şirketlerle bu şirketlerin sözlerini tutamayacaklarını bilseler de sözleşmeler imzalarlar ve gelecekte ne olacağına bakmaksızın onlardan bugün emdikleri gelirleri ceplerine indirirler.

Akerlof ve Romer (1993) şunu da diyorlar:

Durum bu ise, ekonomik değeri en çoklama normal ekomisinin yerine şimdi emilecek değeri en çoklama altüst ekonomisi gerçer ki bu da şirketin şimdiki ekonomik net değerini eksiye iter. Şirket sahipleri, şimdi elde edeceklerini en çoklama yoluyla şirketten emebileceklerinin en çoğunu emmeye karar verdiklerinde, yaptıklarının şirketin gelecekteki net değerinde büyük düşüşlere neden olcağını bilseler bile şimdi emebileceklerinin en çoğunu emmelerini sağlayan bütün eylemler onlar için daha cazip olur.

Nitekim, en azından ülkemizdeki KÖO sözleşmelerinde gözlediğimiz budur.  Bunun bir başka önemli nedeni de bu tür sözleşmelerin uygulandığı sektörlerin neredeyse her zaman doğal tekel (Baumol 1977, Tirole 1988) sektörler olmasıdır.

Doğal tekel sektörler, o sektörde üretilen toplam mal ya da hizmetin bir kurum tarafından üretildiğinde birden fazla kurum tarafından üretilmesine görece daha düşük maliyetle üretildiği sektörlerdir. Akla ilk gelen doğal tekel örnekleri arasında telekomünikasyon, enerji üretimi ve dağıtımı, eğitim, sağlık, kitle ulaşımı gibi örnekler var. Bu tür sektörlerde üretilenler her zaman aşağıda tanımlayacağım kamu ya da kamu-malı-benzeri mallar olmasalar da, böyle sektörlerde çok sayıda kuruma izin verilemeyeceğinden sektördeki kurumlar kira toplayıcılardır.[8] Böyle sektörlerdeki kurumların özel kurumlar olmasına izin verilirdiğinde gözlediğimiz, Akerlof ve Romer (1993) teorisinin de dediği gibi, o kurumların en çok kirayı toplamak için talana yöneldiği oldu. Başka bir deyişle, gerçekte olanlar Akerlof ve Romer (1993) teorisini destekledi ve desteklemeyi sürdürüyor.


4. Neoklasik İktisat Teorisinin Önemli Bir Kavramı: Ahlâki Tehlike

Ahlâki tehlikeye geçmeden önce neoklasik iktisat teorisi nedir, onu kısaca anlatayım. Bugün dünyadaki üniversitelerin birkaçı dışında hemen hepsinin iktisat bölümlerinde iktisat budur diye öğretilen teoridir neoklasik iktisat teorisi. Tabii aslında öyle değil ve bir sürü başka teori de var ama dünyadaki iktisat bölümlerinin neredeyse yüzde 99,9'unda iktisat diye bu teori öğretilir.

Terimi Amerikalı iktisatçı Thorstein Veblen 1900 yılında yazdığı bir makalede ortaya attığı halde, neoklasik iktisatın ortaya çıkışı 1800'lerin sonlarına gider. Neoklasik iktisat şu üç temel kabȗl üzerine kuruludur (Öncü 2013):

(1) İnsanların önceden bilinen ve bir değerle eşleştirilebilen seçenekler arasındaki tercihleri rasyoneldir.
(2) Kişiler faydalarını, şirketler kârlarını en çoklarlar.
(3) İnsanlar tam ve bağıntılı bilgi üzerinden birbirlerinden bağımsız karar verirler.

Neoklasik iktisatı Adam Smith, David Ricardo, Karl Marx ve benzeri 18. ve 19. yüzyıl iktisatçılarının klasik iktisatından ayıran en önemli şey de klasik iktisat kafayı değerlere takmışken, neoklasik iktisatın kafayı fiyatlara takmış olmasıdır. Zaten neoklasik iktisatta değer ve fiyat kelimeleri birbirleri yerine kullanılırlar.

Neoklasik iktisatta bilginin çok önemli bir rol oynadığı yukarıdaki kabȗllerin hepsinden olmasa da en azından üçüncüsünden açıkça gözüküyor. Ve acıklı olan şu ki öyle olmadığı herkesin malȗmu olduğu halde 1800'lerin sonlarından 1970'lerde Akerloff, Spence, Stiglitz (ki üçü de Alfred Nobel Anısına İsveç Merkez Bankası İktisat Ödülü aldılar) ve daha birçok iktisatçının müdahalesine dek neoklasik iktisat herkesin her şeyi ve eşit bildiği üzerine kuruluydu.

Akerloff, Spence, Stiglitz ve diğerlerinin 1970'lerde başlayan müdâhalesi eşitsiz bilgiyi neoklasik iktisata içselleştirince iki önemli kavram ortaya çıktı: ters seçim ve ahlâki tehlike. Bunların ikisi de alan/yaptıran ile satan/yapan arasındaki bilgi eşitsizliğinden doğan sorunlardır.

Gerçi KÖO projelerinde asıl sorun ahlâki tehlikedir ama ters seçim sorununu da kısaca özetleyeyim. KÖO projelerinde ters seçim sorunu da var çünkü. 

Nasıl oluyor da memleketteki KÖO ihalelerini kazanan şirketler bilinen bir avuç şirketler oluyorlar mesela!

Aslında bunu yalnızca aşağıda anlatacağım ters seçim ile açıklamak doğru olmaz ama amacım neoklasik iktisadın ters seçim ve ahlâki tehlike açıklamak olduğundan ters seçime odaklanıyorum. Teorinin dışına çıkıp daha yukarıdan politik ekonomi gözüyle bakıldığında başka şeyler de gözüküyor. Söz gelimi, Esra Çevik Gürakar'ın Mayıs 2018'de yayınlamış ve Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) dönemine yoğunlaşmış "Kayırma Ekonomisi" kitabının önsözü şöyle diyor (Gürakar 2018):

"Kamu varlıklarına el koyarak gerçekleşen zenginleşme (birikim)", rant yaratma ve ranta el koyup rantı, iktidarı destekleyen toplumsal kesimlere stratejik olarak dağıtma AKP’nin süreğenliğinin en önemli sacayağıdır.

Ve şöyle devam ediyor (Gürakar 2018):

Bu sistemin üç temel yapı taşı vardır: Bunlardan ilki, AKP hükümeti önceki hükümetlerden farklı olarak kanuni boşluklardan yararlanmak suretiyle değil de kanun yaparak rant yaratmaktadır. İkincisi, yaratılan bu rantları AKP hükümetiyle doğrudan siyasi bağlantıları ya da dolaylı ilişkileri olan özel sektör firmalarına dağıtmaktadır. Üçüncüsü ise AKP yerel düzeyde seçmenlere kaynakları tahsis etmenin yeni biçimlerini oluşturmuştur.

Neoklasik iktisata dönersek, ters  seçim ve ahlâki tehlike sorunları arasındaki fark, ters seçim sorununun alan/yaptıran ile satan/yapan arasında imzalanan sözleşmenin imzası öncesi ile ilgili bilgi eşitsizliğinden doğmasıyken, ahlâki tehlike sorununun sözleşmenin imzası sonrası ile ilgili bilgi eşitsizliğinden ve satan/yapan tarafın verdiği sözden sapmasından doğan bir sorun olmasıdır.

Basit ters seçim örneği: günde iki paket sigara içen bir kişinin akciğer kanseri sigortası alması olasılığı hiç sigara içmeyen bir kişinin akciğer kanseri sigortası alması olasılığından daha yüksektir. O kişi de bir sigorta şirketinden akciger kanseri sigortası alırken  sigortayı aldığı şirkete günde iki paket sigara içtiğini söyleyecek kadar aptal değildir çoklukla. Söylerse, ondan yüksek sigorta pirimi isterler.

Ahlâki tehlike sorununa gelince, bu sorunun iki nedeni olabilir: ilki yapılanın yapılırken gözlenilemez olması, ikincisi yapılan yapılırken gözlenilebilir bile olsa gözlenilenin kanıtlanamaz olması.

İlkine örnek: 2012-2014 yılları arasında Hindistan Merkez Bankasında çalışıyordum. Ben oradayken İstanbul, Çengelköy'deki evimin yapımı günde sekiz saat sürüyordu. Ya da ben öyle sanıyordum. Evimi yapanlar günde sekiz saat çalışıyoruz diyorlardı çünkü. Gözleyebiliyor muydum sekiz saat çalışıp çalışmadıklarını?  Hayır.

İkincisine örnek: Hindistan'a gitmeden önce Anadolu Hisarı'nda yaşıyordum. Çengelköy burnumun dibi. Sıkça gidip bakıyordum inşaat nasıl gidiyor diye. Yani gözleyebiliyordum yapılanı. Ama tek başıma gidiyordum. Bana sözleşmemizde sözünü verdiklerini yapıyorlar mıydı? Yapmadıklarını gözlediğimi var sayalım. Gözlediklerime kim tanıklık edecekti? Yanımda başka birkaç kişi daha olmadan gözlediklerimi bir mahkemede kanıtlayabilir miydim? Hayır.

Ters seçim ve ahlâki tehlike sorunları kabaca bunlardır.

5. Kamu Özel Ortaklıkları ve Ahlâki Tehlike

KÖO sözleşmelerinde yaptıran devlet yapan da bir özel şirket ya da şirketler topluluğu, yani proje yüklenicileridir. Diyelim devlet bizim devlet, proje yüklenicileri de bizim Osmangazi Köprüsünü yapıp işleten proje yüklenicileri.

Burada bir sürü ahlakı tehlike var.

Söz gelimi, yükleniciler köprüyü sözünü verdikleri tarihte bitiremeyeceklerini gördüklerinde ya da bazı devlet büyüklerimiz tarafından zamanından önce bitirmeye zorlandıklarında (ki bu proje özelinde öyle olduğu biliniyor) bir takım şeyleri aceleye getirdiklerinden işi şişirip sözünü verdikleri kadar dayanıklı bir köprü yapmamış olamazlar mı? Gidip de gözledik mi ne yaptıklarını? Yüklenicilerin yaptıklarını gözlemekle yükümlü olan bakanlığın çalışanları gidip de gözlediler mi inşaatı? Gidip gözlemiş bile olsalar, ya yükleniciler gözlediklerini düşündüklerimizi rüşvetle satın aldılarsa? Ya da, ya bir devlet büyüğümüz yukarıdan o gördüklerinizi kimseye söylemeyeceksiniz diye emir buyurduysa?

Ayrıca, bu projeler için açılan ihalelerde neler döndüğünü biliyor muyuz? Bir takım devlet büyüklerimizin bu ihaleleri kazananlardan rüşvet ya da komisyon almadıklarını, ya da rüşvet ya da komisyon karşılığı ve hatta bazı politik ve ideoljik nedenlerle, projeye en düşük uygun fiyatı verenin değil de istediklerinin ihaleyi kazanmasını sağlamadıklarını nereden biliyoruz?

Yine ayrıca, devlet büyüklerimizin rüşvet ya da komisyon aldıklarını, ya da şu ya da bu nedenle projeyi istediklerine verdiklerini gözlesek bile,  bunları bir mahkemede kanıtlayıp yapanların cezalandırılmasını sağlayarak böyle şeylerin yapılmasını engelleyebiliyor muyuz?

Bu tür sorular daha da çoğaltılabilir ve bunlar KÖO sözleşmelerinde ortaya çıkan ahlâki tehlike sorunlarının bazıları. 3. Bölüm'de Jin ve Rial (2016)  makalesinden yaptığım alıntıda geçen yüksek mali bedeller ve mali risklerin önemli bir bölümü bu sorularla ilgilidir.

6. Neoklasik İktisat Teorisinin Önemli Bir Başka Kavramı: Piyasa Aksaklığı

Konuya girmeden önce kamu ve kamu-malı-benzeri mallar nelerdir onları anlatayım. Neredeyse bütün KÖO projeleri kamu ya da kamu-malı-benzeri mal ve/veya hizmet üretimi projeleridir çünkü.

Özel mallar, tüketimi engellenebilen ve tüketilince azalan mallardır. En basit özel mal örneklerinden biri kunduradır. Parası olmayana satmam. Yani kunduranın tüketimi engellenebilir. Kundurayı ben giyersem, aynı kundurayı başkası giyemez ve geriye bir kundura daha az kalır. Yani kundura tüketilince azalır.

Kamu malları da bunların tersi.  Kamu malları tüketimi engellenemeyen ve tüketilince azalmayan mallardır. En basit kamu malı örneği de havadır. Havayı solumam nasıl engellenebilir? Ayrıca, havayı ben solursam yanımdaki de soluyamaz mı? Tabii bir dağda ya da bayırda olduğumuzu düşünüyoruz.  Bir denizaltı gemisinde denizin derinliklerindeysek iş değişir.

Ne özel, ne de kamu malı olmayan mallara da kamu-malı-benzeri mal diyoruz. Yani kamu-malı-benzeri mallar ya tüketimi engellenemeyen ya da tüketilince azalmayan mallardır. Ama ikisi birden değil. Gerçi bu benim sınıflandırmam. Başka bazı yazarlar tüketimi engellenemezken, tüketilince azalan mallara ortak mallar (örneğin, İstanbul Boğazı'nda hamsi) diyorlar ve kamu-malı-benzeri mal (örneğin, okumakta olduğunuz bu makale) adını yalnızca tüketimi engellenebilirken, tüketilince azalmayan mallara ayırıyorlar.

Ve kamu ve kamu-malı-benzeri mallar eğer doğanın bize sunduğu nimetler (yani ortak mallar) değillerse, iki ortak özellikleri daha vardır: kuruluş/ilk üretim maliyetleri (iktisat kitaplarında buna sabit maliyet derler) yüksek, ek birim üretim maliyetleri (iktisat kitaplarında buna da marjinal maliyet derler) sıfır değillerse bile çok düşüktürler. Giriş bölümünde sözünü ettiğim Osmangazi ve Yavuz Sultan Selim Köprüleri (kapasite dolmadığı sürece) tüketilince azalmayan mallar değiler mi? Yapım maliyetleri yüksek ama bir aracın daha geçmesi bu köprülerin işleticilerine ek bir maliyet de getirmiyor. Ha bin araç geçmiş, ha bin bir araç geçmiş. O bin birinci aracın getirdiği ek maliyet nedir?  

Ve bu yüzden bu tür mal ve hizmetlerin üreticileri tekel  olmak zorundadırlar ki zaten bu yüzden bu tür malların üretildiği sektörler doğal tekellerdir. Çünkü rekabet bu tür mal ve hizmetlerin üretildikleri piyasalarda hem maliyetleri artırır hem de o piyasaları öldürür.

Yukarıda verdiğim örnekten de görüldüğü gibi, kapasite aşılmadığı sürece malı/hizmeti kullanan bir fazla kişinin getirdiği bir ek maliyet yoktur ya da yok kadar azdır. Ve eğer amaç kâr etmekse ve rekabet varsa, böyle piyasalarda fiyatlar sıfıra doğru gider ki böyle durumlarda bu mallar ya da hizmetler üretilmezler. Amacım para kazanmaksa, para kazanmayacağımı bildiğim bir malı ya da hizmeti niye üreteyim?

Bu bir piyasa aksaklılığıdır ve bunun ortaya çıkış nedeni rekabetçi bir piyasada üretilmesi düşünülen mal ya da hizmetin kamu ya da kamu-malı-benzeri bir mal ya da bir hizmet olmasıdır. Özetlersem, piyasa aksayacağından rekabetçi piyasalarla kamu ya da kamu-malı-benzeri mal ya da hizmet üretimi birlikte var olamazlar.

Piyasa aksaklığının teknik tanımını verebilmek için dışsallık denilen bir kavramı da birkaç örnekle açıklamam gerekecek.  Bu amaçla, var sayalım ki ben bir kamu ya da kamu-malı-benzeri mal ya da hizmet üreticisiyim. Bir de fazladan, kâr amaçlı olduğumdan, masrafları azaltmaya çalışıyorum. Ayrıca tekelim ve sunduğum hizmeti sunan başkaları yok çevrede. Ya da olsalar bile sayıları az. Aksi takdirde, para kazanamayacağımdan bu üretimi yapmam.

Söz gelimi, doğanın sunduğu bir altın yatağından altın çıkaran bir altın madencisiyim. Altını çıkarırken kullandığım siyanürü yakındaki nehire dökerim, nehirde balık nesli tükenir, nehirden su içen insanlar zehirlenir ve ölür ama benim masraflarım da azalır ve daha çok para kazanırım.

Bu dediğim olmuyor mu memlekette?  Oluyor.

Ya da bir hastane işleticisiyim ve benim için her doktor ve hasta bakıcı bir masraftır. Sayılarını azaltırım. Söz gelimi, 100 doktor yerine 20 doktor işe alırım. 100 doktorun bakabileceği hastaya 20 doktoru bakmaya zorlarım ve sonra da birileri bu doktorları gelip silahla vururlar. İyi hizmet vermiyorlar diye.

Bu dediğim olmuyor mu memlekette?  Oluyor.

Ya da doktorları daha çok çalıştırmak için onlara yaptıkları iş başına maaş veririm. Söz gelimi, operatör doktorlara yaptıkları ameliyat başına maaş veririm. Onlar da gereksiz ameliyatlar yaparlar ve bazen hiç ameliyat gerekmediği halde ameliyat olduklarından ölenler olur.

Bu dediğim olmuyor mu memlekette? Oluyor.

Bunlar gibi şeylere neoklasik iktisat kitaplarında negatif dışsallıklar denir. Kamuya zarar veren şeyler olduklarından. Pozitif dışsallıklar da var. Mesela bir yerlerde bir hastane açıldığında çevresinde çiçekçiler ve pastaneler de açılır ve birileri iş sahibi olur bu nedenle. Bu da pozitif bir şey tabii. Bu dışsallıkların sorunu da bunların da piyasa aksaklığına neden olmalarıdır.

Peki neoklasik iktisatçılar bu şeye niye piyasa aksaklığı diyorlar da başka bir şey demiyorlar?

Çünkü onlar için piyasa aslında mükemmeldir. Ondan öyle diyorlar. Ama işte bazı dışsallıklar olduğunda böyle yanlışlıkla arada sırada aksar piyasa. Bu sorunlar da dışsal zaten. Sistemik asla değiller. Öyle dışarılardan bir yerlerden geliyorlar. Neoklasik iktisatçıların bu dışsallıklara buldukları çözüm de bu dışsallıkları içselleştirmektir,  artık ne demekse?

Ama, maalesef, kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve hizmetlerin rekabetçi piyasalarda üretilememelerinden doğan piyasa aksaklığına bir çözüm bulamazlar neoklasik iktisatçılar. Kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve hizmetler yukarıda açıkladığım nedenle rekabetçi piyasalarda üretilemezler çünkü. Rekabeti çok seven neoklasik iktisatçılar için çok üzüntü verici bir durum. Bu yüzden bu konuyu pek açmazlar.

Neoklasik iktisatçıların piyasa aksaklığı dediği şeyi tanımlayabilmek için şimdi 4. Bölüm'den bir hatırlatma yapayım:

Neoklasik iktisatı Adam Smith, David Ricardo, Karl Marx ve benzeri 18. ve 19. yüzyıl iktisatçılarının klasik iktisatından ayıran en önemli şey de klasik iktisat kafayı değerlere takmışken, neoklasik iktisatın kafayı fiyatlara takmış olmasıdır. Zaten neoklasik iktisatta değer ve fiyat kelimeleri birbirleri yerine kullanılırlar.

Gerçi neoklasik iktisatçıların kafayı taktıkları tek şey fiyatlar değildir. Bir de kafayı taktıkları denge diye bir şey var ve burada denge dedikleri de arzın talebe eşit olduğu noktadır. Bu noktada bir fiyat ortaya çıktığından o noktaya fiyat dengesi de derler. Gerçi bir de üretilecek miktar ortaya çıkar tabii bu dengede, en azından neoklasik iktisat teorisine göre. Piyasa aksaklığı da bu dengeyle ilgili bir aksaklık.

İlk verdiğim örnekte ortaya çıkan fiyat dengesi neydi? Piyasa rekabetçi olduğundan sıfır ya da sıfıra yakın bir fiyat dengesiydi. Bu yüzden o dengede kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve hizmetler üretilmiyordu. Yanyana bin tane Osmangazi Köprüsü düşünün. Bunlar birbirleriyle rekabet ederlerse bu köprülerin hangisi bu işten kâr edebilir? Zaten bu tür köprülerden −dahası kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve hizmetlerden− kâr edilmez, kira toplanır ve kira için de bir tane Osmangazi Köprüsü olması gerekir. Ya da Trabzon'da birbirleriyle rekabet eden bin tane bin yataklı özel hastane düşünün. Nüfusu 700-800 bin arası olan Trabzon ne yapacak bir milyon hastane yatağını? Bu özel hastanelerin hangisi bu rekabetten para kazanabilir? Bunlar gibi örnekler çoğaltılabilir. Bütün bunların gösterdiği şu ki, rekabetçi piyasalarda kamu ve kamu-malı-benzeri mal ve hizmetler üretilmezler, ki bu tanım gereği bir piyasa aksaklığıdır. 

Diğer piyasa aksaklıkları da sözünü ettiğim negatif ve pozitif dışsallıklardan doğan bozuk fiyat dengeleridir. Bu dışsallıklar mal ya da hizmetlerin bedellerini ve yararlarını doğru yansıtmayan fiyat dengelerine neden olduklarından o fiyattaki en iyi miktar yerine daha fazla ya da az miktarların üretime neden olurlar. Eğer dışsallık negatifse, üretici maliyetlerin tümünü kendisi yüklenmeyip başkalarına ödettiğinden,  o denge fiyatına karşılık gelen en iyi miktarın üzerinde üretim yapar. Öte yandan, eğer dışsallık pozitifse, üretici başkalarının elde ettiği faydalardan yararlanamadığından, o denge fiyatına karşılık gelen en iyi miktarın altında üretim yapar. En azından, denge üzerine kurulu neoklasik iktisat böyle olur diyor.

Mesela, Osmangazi Köprüsü projesi yüklenicileri, devlet daha önce sözünü ettiğim günlük 40 bin araç garantisini vermeseydi bu köprüyü kendi paralarıyla yaparlar mıydı? Gerçi bu tür proje yüklenicileri dünyanın hiçbir yerinde yalnızca kendi paralarıyla böyle projeleri yüklenmezler. Yüksek kaldıraçla borçlanırlar ama bu garantiler olmasaydı, yüksek kaldıraçla borçlabiliyor bile olsalar bu işe girerler miydi? Ya da alacaklılar, yüklenicilerin arkasında devletin olduğunu ve o garantileri bilmeselerdi o verdikleri krediyi verirler miydi? 

Yukarıdakiler fazla üretime neden olan negatif dışsallık örnekleri. Ama negatif dışsallıklar negatif diye yalnızca bunlar kötüdür, pozitif dışsallıklar iyidir diye düşünmemek gerekir. Söz gelimi, eğitim ve sağlık hizmetleri özelleştirilirlerse vatandaşa sağladıkları faydalar özel üreticilere doğrudan yansımadıklarından eksik ya da kötü üretilirler. Gerçi başka nedenler de var ama, neoklasik iktisatçılar böyle diyorlar.

Bu yukarıdakiler, iktisat lisans programlarının ikinci değilse üçüncü sınıflarındaki bütün iktisat öğrencilerine öğretilirler. Ya da öğretilmeleri gerekir. Çünkü bugünlerin bütün lisans düzeyi iktisat ders kitaplarının −ki neredeyse hepsi neoklasik iktisat ders kitaplarıdır− ilgili bölümlerinde bunlar yazar. Gerçi çoğu neoklasik hocalar genellikle bu konuyla ilgili bölümleri atlarlar ama o ayrı.

7. Kamu Özel Ortaklıkları ve Piyasa Aksaklığı

Borcun vadesi ne olursa olsun, herhangi bir ülkede o vadede en düşük faizle o ülkenin merkezi hükümeti borçlanır. Bu yalnızca iç borçlanma için değil, bazı istinalar dışında dış borçlanma için de böyledir. Kamu ya da özel, geri kalan hemen bütün borçlanıcıların ödedikleri faiz daha yüksektir. Merkezi hükümet dışındaki −söz gelimi belediyeler gibi− kamu borçlanıcıları da genellikle özel borçlanıcılardan daha düşük faizlerle borçlanırlar ama arada merkezi hükümet dışındaki kamu borçlanıcılarından daha düşük faizlerle borçlanabilen bazı özel borçlanıcılar çıkar. Ancak, hiçbir ülkede, özel de olsa merkezi hükümet dışında kamu da olsa, hiçbir kurum içeride ya da dışarıda merkezi hükümetten daha düşük faizle borçlanamaz. Gerçi bir ülkenin merkezi hükümetinden bazı başka ülkelerin bir takım özel şirketleri daha düşük faizlerle borçlanabilirler ama öyle şirketler de o ülkedeki KÖO projelerine tek başlarına yüklenici olmazlar.

Bu özetlediklerime teorik açıklamalar bulunabilirse de KÖO finansman modeliyle fonlanan projelerde ta başından beri tüm dünyada olan bu. Belki tersi bir iki örnek bulunabilir ama öyle örnekleri bulabilmek için onları çok aramak gerekir.

Yeniden hatırlatsam iyi olacak bir başka gerçek ise KÖO finansman modeliyle fonlanan neredeyse bütün projelerin kamu ya da kamu-malı-benzeri mal ve/veya hizmet projeleri olmalardır. Daha önce özetlediğim gibi kamu ve kamu-malı-benzeri mallar eğer doğanın bize sunduğu nimetler (ortak mallar) değillerse, bunların kuruluş/ilk üretim maliyetleri (sabit maliyetleri) yüksektir. Dolayısıyla, böyle projelerin yüksek kaldıraçla − yani yüklenicilerinin koydukları kendi paralarının çok üzerinde borçlarla (bire beş, bire on, bire yüz, vesaire)− fonlanmaları gerekir. Yüklenicilerin paraları yetmez çünkü. Öte yandan, yine daha önce özetlediğim gibi, kamu ya da kamu-malı-benzeri mal ve hizmet üretimlerinin birim ek maliyetleri (marjinal maliyetleri) sıfır değillerse sıfıra çok yakın olduklarından bu tür mal ve hizmetleri üretenler kira toplayıcı tekeller olmak zorundadırlar. Tekel olamasalar bile çok rakiplerinin olmaması gerekir. Aksi takdirde, yani rekabet olduğunda, gelirleri sıfıra gider.

Böyle olunca da piyasa aksaklığı olur.

Gerçi Türkçeye benden önce öyle çevrildiğinden başından beri bu anlattığıma piyasa aksaklığı diyorum ama ilk çeviren ben olsaydım, buna piyasa göçüşü, kopuşu, kırılışı gibi şeyler derdim. Nedenim de, burada ortaya çıkan fiyat dengesinin negatif bir dışsallıktan kaynaklı pahallı bir fiyat dengesi olması. Böyle dengelerde proje yüklenicileri yüksek faizlerden aldıkları borçları ödeyebilmek için hem kalitesiz üretimle üretim maliyetlerini düşürmeye çalışırlar, hem de ürettikleri o şeyleri o şeyler kamusal üretilselerdi satılacağından daha yüksek fiyatlara satarlar. Ve birgün o borçları ödeyemez hale geldiklerinde −ki Hindistan'dan tutun da İngiltere'ye bir sürü ülkede öyle oluyor− o borçlar devlete, yani vatandaşa kalır. Yalnızca Akerlof ve Romer (1993) talan teorisi değil, tarih te böyle söylüyor. KÖO'ların topluma yüklediği ağır borç yükünden kasıt budur. KÖO'ların neden oldukları bir sürü başka piyasa aksaklıkları da var ama bir çok örneğini daha önce verdim.  Daha da uzatmadan bitiriyorum.

8. Sonuç Yerine

"Şehir Dışına Göç Eden Okullar: Eğitim Kampüsleri" başlıklı makalelerinde Büyükcan ve Yelken (2015) KÖO finansman modeliyle ilgili tartışılan sorunları şöyle özetliyorlar:

Bütçede yer almadan gerçekleştirildikleri için kamu borç stokunda görülmeyen bu projelere uzun yıllar boyunca yapılacak ödemelerin ülke bütçelerinde ciddi bir yük oluşturacağı, bunun seçilecek hükümetler için bağlayıcı olmasının demokrasiyle uyumlu olmadığı, geleceğin hem ekonomik hem de politik anlamda ipotek altına alınmış olacağı uyarıları yapılmaktadır. Bu projelerin bedelini kendi dönemlerinde ödemeyen hükümetlerin, siyasi avantaj sağlamak, ölçek ekonomisine ulaşmak ve özel sektörün ilgisini çekmek için gerektiğinden daha büyük ölçekli projeler tasarladığı, bu modeli destekleyen bilimsel araştırmaların yetersizliği, kamuoyunun bu projelerin gerçek maliyetleri hakkında şeffaf bilgi almasının engellendiği dile getirilen sakıncalar arasındadır. Kamu Özel Ortaklığı ile gerçekleştirilen bazı ihale ve inşa süreçlerinin yolsuzluklarla anıldığı, iş çevrelerinin bu projelerden yararlanmak veya kendi yatırımlarını garanti altına almak amacıyla politikaya müdahil olma çabaları da dikkat çekilen noktalar arasındadır.

Büyükcan ve Yelken'in özetine ek olarak, KÖO'ları ta başından beri destekleyip Dünya Bankası ile birlikte gelişmekte olan ülkelerde çıkan krizlere müdahale ederlerken talep ettikleri yapısal uyum programlarında dayatan Uluslararası Para Fonu iktisatçıları Jin ve Rial'in  makalelerinden 3. Bölüm'de yaptığım alıntıyı yeniden yazıyorum (Jin ve Rial 2016):

Hem gelişen hem de gelişmiş ülkelerde KÖO'lardan kaynaklı büyük mali bedeller ve mali riskler ortaya çıkmaktadır. Hem geleneksel tedarik yöntemi, hem de KÖO'lar, yapım ve talep riskleri gibi ortak proje risklerinden müzdaripler. Ancak, daha önce sözünü ettiğimiz hükümet tarafgirliği ve KÖO'ların olası manipulasyonu, bu ortak proje risklerine bir katman daha ekliyor. Kifayetsiz bütçe tahminleri ve/veya istatistiki hesaplamalar, hükümetlerin KÖO'ların kamu borç ve açığı üzerindeki etkilerini ihmal etmelerine sebep olabiliyor. Sonuçta hükümetler, orta ve uzun vadede genelde beklenenden daha yüksek mali bedellere ve risklere maruz kalıyorlar.

Bir sürü bağımsız iktisatçı böyle olur derlerken, KÖO'ları bunca dayatmış Dünya Bankası ve Uluslararsı Para Fonu iktisatçıları böyle olacağını göremeyecek kadar iktisat bilgisinden yoksun muydular? Değildiyseler, neden KÖO'ları bunca dayattılar ve kısık sesle de olsa yaptıkları yukarıdaki türden uyarılara rağmen hala dayatmayı sürdürüyorlar?

Sonucunun büyük mali bedeller ve mali riskler olacağını daha deneyi yapmaya başlamadan önce bildiğimiz bir deneyi yapmanın bir gereği var mıdır?

Bir gereği varsa, o gerek nedir?

KAYNAKLAR

Akerlof, George A. ve Paul M. Romer, 1993, "Lootin: Economic Underground of Bankruptcy for Profit", Brookings Papers on Economic Activity, 1993, Cilt: 24, Sayı: 2

Baumol, William, 1977, "On the Proper Cost Tests for Natural Monopoly in a Multiproduct Industry", American Economic Review, Cilt: 67, Sayı: 5

Büyükcan, Tufan ve Ejder Yelken, 2015, "Şehir Dışına Göç Eden Okullar: Eğitim Kampüsleri", Eğitim Bilim Toplum Dergisi, Cilt:13, Sayı: 49

Gürakar Çeviker, Esra, 2018, Kayırma Ekonomisi - AKP Döneminde Kamu İhaleleri, İletişim

Jin, Hui ve Isabel Rial, 2016, "Regulating Local Government Financing Vehicles and
Public-Private Partnerships in China", IMF Working Paper, Cilt: 16, Sayı:187

Öncü, T. Sabri, 2013, "Faith and Scepticism in Markets: Sveriges Riksbank Prize 2013", Economic and Political Weekly, Cilt: 48, Sayı: 45 ve 46

Öncü, T. Sabri, 2016, "TINA, India and Economic Liberalisation", Economic and Political Weekly, Cilt: 52, Sayı: 29




[1]Bu makalenin birçok bölümü daha önce TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi ve Ankara Tabip Odası tarafından 11 Mart 2017'de düzenlenen Şehir Hastaneleri Sempozyumu'nun Kitapçığı'nda basılmış "Verimsiz ve Pahalı Bir Finansman Modeli: Kamu Özel Ortaklığı" başlıklı makalemden uyarlanmıştır. Önemli bir kısmı da aynıdır.
[2]Diğer önceller arasında Kamu Özel Sektor Ortaklığı (KÖSO) ve Kamu Özel Sektör İşbirliği (KÖSİ) sayılabilir.
[3]Açılış töreni 30 Haziran 2016'da yapılan Osmangazi Köprüsü 1 Temmuz 2016 tarihinde, açılış töreni 26 Ağustos 2016'da yapılan Yavuz Sultan Selim Köprüsü de 27 Ağustos 2016 tarihinde trafiğe açıldı.
[4] Şubat 2017 itibarıyle.
[5] Bu rakamlar da Şubat 2017 rakamları. Şubat 2017'den Mayıs 2018'e liranın dolar karşısındaki değer kaybı düşünüldüğünde bugün bu yük çok daha yüksek olmalı.
[6] http://www.dunya.com/kose-yazisi/devlet-buyur-buyutur/362114
[7]http://www.kalkinma.gov.tr/Documents/Kamu%20%C3%96zel%20%C4%B0%C5%9Fbirli%C4%9Fi%20Mevzuat%C4%B1-2015.pdf
[8]Örneğin, çimento, şeker ya da petrol kamu ya da kamu-malı-benzeri değil özel mallar oldukları halde üretildikleri sektörler doğal tekellerdir.